Nedim Şener neden delirdi?

Nedim Şener neden delirdi?

FETÖ'den en çok canı yanan isimlerden biriydi Nedim Şener. Gördüğü her tür ezaya rağmen soğukkanlı duruşunu bozmadı.

O Nedim Şener ne olduysa oldu, son dönemde kendisini tutamıyor.

Sakin, insanı (beni) delirtecek kadar makul Nedim gitti, yerine "cemaat"in bilinen isimlerine kızgın sözcükler savuran Nedim geldi.

Tarık Toros'tan Hakan Şükür'e hepsinin ağzının payını verdi.

Büyük kumpastan bunca ay sonra.

Nedim Şener'in zihninde gittikçe azalması beklenen zonklama, tam tersine neden gittikçe daha derinden vuruyor?

Neden azalmıyor, unutulmaya yüz tutmuyor, kabuk bağlamıyor?

"Bize yapılanların onlara yapılmasını istemem" diyecek kadar yüksek gönüllü bu adamı zıvanadan çıkaran nedir?

FETÖ üyeliğiyle suçlanan herkesin rahatça yurt dışına kaçabilmeleri olabilir mi?

Kaçmakla kalmayıp olanca varlığını yurt dışına sorunsuzca çıkarabilmeleri olabilir mi?

"Devlete karşı örgüt kurmak" gibi ciddi bir suçla arandıkları halde, utanıp sıkılmadan laf yetiştirmeleri olabilir mi?

Belki de gözaltına alınan hemen her FETÖ üyesinin kameralara gülümseyerek poz vermelerindeki tuhaflıktandır.

Belki de, kumpas sürecinde iftiraya uğrayanların dünyanın öbür ucundan gelip teslim olmalarıyla, gözaltı ihtimali bile olmayan her FETÖ üyesinin yurt dışına kaçmalarındaki arsızlık Şener'i zıvanadan çıkarmıştır.

Belki de zaten geç gelen adaletin hiç gelmeyeceğine dair kaygısı derinleşmiştir, kim bilir...

Aklı başında (eğer kalmışsa) gazeteciler, "Nedim Şener'in ruh halinin gerekçeleri" üzerine kafa yorsalar, "Yunan adası mı, Alaçatı mı" tartışmasından daha anlamlı bir iş yapmış olurlar.

"GERÇEĞİN" DÜŞÜŞÜ

İçinden geçtiğimiz zamanın en deforme olmuş kavramı "gerçek"tir.

"Gerçek" artık, "gerçekten uzaklaştığı kadar" var olabilmekte.

Bu zor bir cümle farkındayım.

Anlamayı kolaylaştıracak bir örnek vereyim: İmitasyonların yükselişi ve gördüğü ilgi bu cümleyi açıklar.

Hayli muhafazakâr görünümlü biri çıktı, "Shakespeare'in asıl ismi Şeyh Pir'dir" dedi. Güldük geçtik.

Bir başkası da "İsa aslında Hristiyan değildi" dedi, hızını alamadı ekledi: "Yunan diye bir millet de yok."

Keşke muhafazakâr kesimde, entelektüel kaygı, popülist tamahtan daha çok kabul görebilseydi.

DIŞ POLİTİKAMIZ DEĞİŞİRKEN...

Avrupa'daki Türkler dediğimizde aklımıza hemen Almanya, İsveç gelir. Fransa, Belçika da gelir. İspanya gelmez.

Oysa Barselona'nın, herhangi bir sokağında "Türk varsa dışarı çıksın" diye bağırsanız, "Hayırdır abla" diye fırlayan birçok kişi mümkündür.

Eskiden şöyle denirdi: AB bizi alsa ne olur almasa ne olur biz zaten Avrupa'dayız.

Hatta iddia ederdik: Avrupa'yı fethettik. Yetmedi işgal ettik.

Yenik ruhumuza yenikliği merhem ederdik.

Aslında sözün özü doğruydu.

Avrupa'nın hemen her ülkesinde, gerçekten de azımsanamayacak sayıda Türk var.

Sorun tam da burada.

Her ülkede, her biri parça parça. Aynı sokakta iki Türk birbirinin kuyusunu kazmakla meşgul.

Ortak bir amaçları yok. Var olan ortak noktalarıysa erimiş.

Türkiye'nin dış politikası yenilenecekse, ülke dışındaki Türklerle ilişkilerdeki stratejiyi de masaya yatırmak gerekiyor.

Dış politika, ülke içerisinde ve ülke dışarısındaki uzantılarıyla ortak bir alan olmalıdır.

İç politik çatışmalardan uzak tutulmalı, ancak nüanslar tartışılabilir olmalı.

Kafayı AB'ye girip girmeme konusuna taktığımızın onda biri kadar yurt dışındaki Türklerle iletişim kurmaya taksak, AB'nin içinde ya da dışında olmak o kadar da fark etmez.

KURT, KUZU VE MHP

MHP genel merkezi Meral Akşener'i kendisine destek verenlerle bayramlaştı diye disipline sevk etme kararı alınca.

Aklıma "suyu bulandıran kuzu" hikayesi geldi.

Hani kurt kuzuyu yemeye karar verir de, derenin aşağı tarafından su içen kuzuya "Suyumu ne hakla bulandırıyorsun" diye kızar.

Kuzunun "sen benden yukarıdasın, bulandırmış olamam" demesine kalmaz kurdun pençeleri arasında bulur kendini.

Bahçeli'ninki o hesap.

HAKSIZLIK EDİLMESİN

Barselona'ya gidip de, plajlarında geçirilecek zamanı, müzelerinde geçiren hangi milletten kaç kişi vardır bilmem ama biz öyle yaptık.

Barselona programımızı yapan çalışkan asistanım Beris, konferanstan kalan her aralığa müze ziyareti koymuş!

Katalan Ulusal Sanat Müzesi'nin (MNAC) kapısına sabah, daha ziyaret saati başlamadan vardık.

Bilet kuyruğunda ilk sıramızı aldık.

Arkamızdaki dört kişilik aile de Türkiye'dendi.

Onların arkasında iki genç kız. Biri Türkiye'den.

Yüksek sesle söylenmeye başladım:

"Arkadaş bir de derler ki Türkler kebaptan anlar, kültür sanattan anlamaz. Müze sırasındaki ilk 10 kişinin 8'i neyin nesi peki!"

ORHAN PAMUK NARSİZMİ

Orhan Pamuk, kendisinin narsizmini özetleyen müzesi var diye, "devlet müzelerinin yerini kişisel müzelerin alması gerektiğini" söylemiş.

Louvre ve Hermitage müzelerinin devleti temsil ettiği ukalalığına yaslanmış.

İnsanın "Hadi oradan" diyesi geliyor.

Pamuk, Louvre'a harcadığı dikkatin milyonda birini Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne ayırsaydı, saçmaladığının farkına varırdı.

AKLIMDA KALAN

"Peki Adli Tıp'a kim hesap soracak?" isyanı: Ayşe Arman'ın köşesinde dehşetle okudum küçük Sezgi'nin başına gelenleri. İnsan olmaktan utanarak. Antalya'da. Eroin verilmiş, tecavüz edilmiş, bedeninde üç ayrı sperm bulunmuş, tüm vücudu kırılarak öldürülmüş 15 yaşındaki bir çocuğa "ölüm nedeni belli değil" raporu vermiş Adli Tıp. Davayı Ayşe de, kadın dernekleri de takip ediyor. İyi de Adli Tıp görevlilerine soruşturma açılmayacak mı? "Yanlış rapor yazmışız" deyip geçecekler mi? Beni okuyan bir baro üyesi yok mu?