POLEMİK

Tunç Soyer'in İzmir'in kurtuluş gününde yaptığı dansı çalan müzikle savunmak ve Barış Terkoğlu

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, İzmir'in kurtuluş gününde yaptığı dansla birçok eleştiri almıştı. Akşam yazarı Markar Eseyan'ın “200 yıllık acul Batıcılaşma hikâyemizin bütün paçozluğunu özetleyen bir sahne” diyerek eleştirdiği Soyer'i savunmak Cumhuriyet yazarı Barış Terkoğlu'na düştü. Ama savunması arka fonda çalan şarkının hikayesini anlatmaktan ibaret kaldı.

Tunç Soyer'in İzmir'in kurtuluş gününde yaptığı dansı çalan müzikle savunmak ve Barış Terkoğlu

Tunç Soyer, aday olduğunda çok tartışılan bir isim olmuştu. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı olduktan sonra da bazı medyatik tavırları ile ara ara eleştirilen bir isim. 

En son olayı ise İzmir'in Kurtuluşu'nu yaptığı dans ile kutlamak olmuştu. Kameralara yansıyan görüntülerde Soyer'in dansı bazı kesimler tarafından "batılılaşma" olarak ele alınmış ve Soyer hedefe oturtulmuştu. 

Öyle ki Markar Eseyan, “200 yıllık acul Batıcılaşma hikâyemizin bütün paçozluğunu özetleyen bir sahne” demişti o dans için...

Birileri Soyer'i savunacak mı diye beklerken Cumhuriyet'in popüler yazarı Barış Terkoğlu çıktı meydana... "Soyer'in dansının hikayesi öyle değil" dedi. Biz, Soyer ile ilgili bir şeyler anlatmasını beklerken Terkoğlu, arka fonda Soyer'in dans etmesini sağlayan "Ah o gemide ben de olsaydım" şarkısnın hikayesine daldı. 

Baştan sona "hadi konuyu Soyer'e getir" diye okuyacağınız yazıda konu bir türlü gelmiyor ve öylece kalakalıyorsunuz. 

"Eee nerde Soyer'in dansının hikayesi?" diye soranlara "haklısınız" diyoruz ve yazı ile başbaşa bırakıyoruz...

...

"Günler önceden aldığınız davetiyeyi cebinize koydunuz. Özel günlere sakladığınız hafif beli sıkan takımlarınızı giydiniz. Gelin ile damada takınızı taktınız. Kıpır kıpır bir şarkı başladı. Beklediğiniz oldu, biri kolunuzdan tutup piste çekti. “Ben hiç bilmem” diyerek başlayıp “ne kurtlarımızı döktük” diye bitirdiniz. İşte şimdi yandınız. İktidarın zabıtalarına yakalandınız.

Biliyorum, geç kaldım. Memleket meseleleri magazine ancak izin verdi. Tunç Soyer’in 9 Eylül’de, İzmir’in kurtuluşu gecesinde yaptığı danstan söz ediyorum. Taraf gazetesi kariyerini AKP’de vekillikle sürdüren Markar Esayan “200 yıllık acul Batıcılaşma hikâyemizin bütün paçozluğunu özetleyen bir sahne” diye tepki gösterdi dansa. İstanbul’un “cesur” barlarında “her zamankinden mi” diye karşılanan Işıkçılar cemaatinin yazarı ise “pala bıyıklı yardımcılarıyla erkek erkeğe yaptıkları tuhaf, yapay, ürpertici derecede kitcsh dans” diye yazdı.

Oysa dans meselesi pek de anlattıkları gibi değil...

Metin Ersoy Kore'de askerken.

Açık denizlere yol alan ‘ah o gemi’
Soyer, dans ederken çalan müziğe dikkat ettiniz mi? “Ah o gemide ben de olsaydım, açık denizlere yol alsaydım” diyordu. Ritmi biliyorsunuz, o sırada ayaktaysanız kendiliğinden sallanmaya başlarsınız. Ama pek düşünmezsiniz; o gemi nedir, nereye gider acaba?
Şarkıyı yaratan Metin Ersoy’un biyografisi yakın zamanda basıldı. (Mona Yayınları) Kökü Arap dünyasına uzanan dindar bir anne ile Sirkeci’de aileden saatçilik yapan bir babanın oğlu Metin Ersoy.
“Doğanın sesi” dediği müziğe düşkünlüğü küçük yaşta başladı. Fatih’te Gelenbevi Ortaokulu’nda yaşadığı “eski Türkiye güzelliği”ni şöyle anlatıyor:
“Rıza Bediz diye bir müdürümüz vardı orada. Rıza Bediz, benim müziğe olan yeteneğimi anlamıştı. O zamanlar hem sabah hem de öğleden sonra yemek saatlerimiz vardı. Rıza Hoca, klasik müzik plakları getirmişti okula, başlardı çalmaya. Chopin, Beethoven, Mozart, Rahmaninov, Çaykovski plakları...”
17 yaşında Ses Tiyatrosu’nun açtığı sınavı Fikret Hakan’la birlikte kazanan 3 kişiden biridir. Hem bale hem koro eğitimi alır. “Müziğimi, dans ve tiyatro ile birleştirip izah ettim insanlara” diye anlatacaktı faydasını.
19 yaşında Erol Büyükburç’la birlikte girdiği sınavla konservatuvara girdi. Cemal Reşit Rey’in de olduğu heyetin önünde “ben arya söylemeyeceğim, operacı olmak istemiyorum” dedikten sonra Dean Martin’in “You belong to me (sen bana aitsin)” şarkısını söyledi ve kazandı.

Kore gemisinde tutulan günlük.

Sevgilisinin peşinden giderek evi terk eden babasının onu bir süre kolejde okutması, hayatını başka yönde değiştirmişti. 1950’de Adnan Menderes’in Amerika’ya pazarladığı ilk şey Türk ordusuydu. Günlüğü 23 sente mal olduğu açıklanan Türk askeri, hükümet kararıyla Amerikan çıkarları için Kore’ye gönderildi. 1952’de NATO’ya resmen üyelik, İzmir’de yine bir eylül günü NATO Karargâhı’nın kurulması Menderes’in tercihlerinin sonucuydu.
Metin Ersoy, 1957’de Kore’ye gönderilen, görevi çevirmen olan teğmenlerden biriydi. Ersoy’un hayatını İzmir’den Kore’ye giden o gemi değiştirdi:
“Bir gemiye bindim bir gün. Hayatımın en ilginç yolculuğuna giden gemiye.”

Karayip müziği nasıl Türkiye’ye geldi?
Amerika’nın da Türkiye’nin de Kore’ye gönderdikleri halk çocuklarıydı. Kimi siyahi, kimi Latin, kimi Asyalı... Yüzlercesi aynı gemide, emperyalistlerin çıkarları için ölmeye gidiyorlardı. 1957 yılının yazında bir ay süren yolculukta birbirleriyle paylaşabildikleri tek şey şarkılardı:
“Gemideyken farklı köklerden, renklerden ve kültürlerden birçok insanla arkadaş olduk. Birbirimize, çoğu zaman fark etmeden çok şey öğrettik. Gemideki siyahi personel beni Harry Belafonte’ye benzetirdi mesela. Yanmıştım güneşten, iyice bronzlaşmıştım.”
Siyahi Belafonte, ABD’nin karşı kıyılarının, Karayiplerin müziğini yapıyordu. Acılar içinde yaşayan yoksullar, insanın kanını kaynatan ezgilerle, danslarla “başka bir dünya”ya geçiyordu. O dansa ve müziğe “Kalipso” diyorlardı. ABD’de siyahlarla beyazların eşitliğini savunan, televizyona bir beyaz kadının elini tutarak çıkma cesaretini gösteren Belafonte, en meşhur sesiydi.
Ersoy, ilk kez o gemide dinledi. Yıllarca Belafonte’nin plaklarını topladı. Şarkılarını ezberledi. Deniz kokan, Latin esintili müziği Türkiye’ye taşıdı. Türkçe Kalipso tarzı şarkılar yaptı. 1970’de yayımlanan “vakit yok gemi kalkıyor artık” Türkiye’de en popüler şarkı oldu. Bir şiir dizesinden çıkmıştı, ama o geminin hatırasını taşıyordu.

İsmet İnönü'nün kamuoyu önünde söylediği şarkı.

Şehidi bırakıp alışverişe giden imam
“Çok şey öğrendi” dedik. Yalnız Amerikalılardan değil imamlardan da.
Kitaptaki sayısız anısı içerisinde benim unutamadığım biri var. Kore’de şehit olan iki askeri şehitliğe götüren yolculukta, ucuz ticaret bölgesi PX’ten geçerken yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
“Trene bindik tepemizde cenazelerle. İndik şehre. Şehitliğe gitmemiz lazım. İmam ne dese beğenirsiniz? ‘Cenazeleri garda bırakalım’ diyor bana. ‘O neden’ diye sordum, anladım amacını. ‘PX’e gidelim’ dedi. (...) Şehidi olan bir imam bunu yapar mı? Döndüm imama, ben de başladım konuşmaya. ‘Bak benim annem beş vakit namazında, bana dürüstlüğü öğretti. Buraya iki genç çocuğu gömmeye geldim ben. Önce onları defnedeceğiz.’ ”
İmamla yaşadıkları şehitleri emanete bırakıp alışverişe gitme kavgası büyüyünce Teğmen Metin Ersoy silahına davranır. Ölümle tehdit ederek imamı şehitliğe götürür. Adını bilmedikleri topraklarda son kez dünyayı gören silah arkadaşlarını elleriyle gömer.
Şimdi...
Bizim 200 yıllık Batılılaşma tarihimizde Nâzım Hikmet’in “ucuzdur vardır illeti” dediği Türk askerini Amerikan çıkarları için Kore’ye gönderenler onlar. NATO üsleriyle, silahlarıyla vatanı donatanlar onlar. Gönderildikleri ölüm gemilerinden başka halkların seslerini bizim topraklarımıza taşımak, dinlemek, dans etmek, “aculluk ve paçozluk” öyle mi?
Ne diyordu o şarkıda Metin Ersoy: Sormuyor musun kendi kendine, dünyada her şey dengi dengine...

ÇOK OKUNANLAR
Yorumlar