Özkök'e 'Ruh Hastası' demek aklımın ucundan geçmez

Özkök'e 'Ruh Hastası' demek aklımın ucundan geçmez

Nuran Yıldız nuran@nuranyildiz.com

Deli miyim! Ne diye diyeyim!

Aklımı peynir ekmekle mi yedim? "Ruh hastası"ndan kastım Ertuğrul Özkök değildi.

Özkök'ün genel kültür ve ekonomi kulisi yazılarını seviyorum.

Siyaset ve spor yazılarından hazzetmiyorum.

Aramızdaki sorun da oradan çıktı.

Önceki yazımda. Fenerbahçe'nin Final Four ikinciliğini göklere çıkaran yazılardan yola çıkarak spor medyasını eleştirmiş, "ne güzel yenildik" diyen ruh hastasıdır demiştim.

Özkök mesaj attı.

Benim bildiğim Özkök, ülkem medyasındaki gelmiş geçmiş en zeki adamdır.

Az narsist midir? Öyledir. Çoğu zaman bunu hak ettiğini de düşünürüm.

Egosu yüksek midir? Kesinlikle tavanı deler.

Andropozuyla barış imzalayabilmiş midir? O mümkün değil.

Yine de. Onun gazetecilik kariyerinin yanından geçebilecek ikinci bir gazeteci yoktur.

Mesajında "Nurancığım" diyor, "ben Obradoviç'i yazdım. Basketbolla ilgili kimselerle konuşursan sana Obradoviç'in dünyanın en önemli koçlarından biri olduğunu söyleyecektir. Ben onun hayatını yazdım."

Devam ediyor:

"Aziz Yıldırım ve Mahmut Uslu da senin gibi düşünüyor. İkincileri kimse hatırlamaz diyorlar. Ben sizler gibi düşünmüyorum."

Sonra da NBA'den örnek verip, Golden State Warrior'un Oklahoma karşısında geride olduğu halde, ABD medyasının, Time ve Fortune dergilerinin Golden State'in oyun kurucusu Curry'yi dünyanın en etkili ikinci insanı seçtiklerini yazmış.

Obradoviç'le ilgili yazılarını tekrar okursam, klasik bir spor yazısı olmadığını görebileceğimi hatırlatmış.

Çok bozuldum. Çünkü ben Ertuğrul Özkök'ün hiçbir yazısının klasik (sıradan anlamında) bir yazı olduğunu düşünmem.

Tersine, haberle öykü arasında bir dili olduğunu, gerisindeki öykünün haberden önemli olduğunu gösteren yazılar hepsi.

Hem zekama önem verip, hem de nasıl dikkate almaz Özkök anlamadım.

Kendisine "kastınız ne olursa olsun, zamanlamanız beni haklı çıkarıyor" dedim.

"Berlin'de gördüm ki, Final Four'un en Avrupai, en modern takımı Fenerbahçe'ydi" (Hürriyet, 17 Mayıs 2016) sözlerinizle başlayan haber/yorum diziniz günlerce sürünce insanda da "bu adil değil" hissi oluşuyor.

Hadi itiraf edin Ertuğrul Bey, sizi çıkarsak, Fenerbahçe'nin imaj yönetim işi büyük yara alır.

YENİ DÜNYA ŞÖYLE BİR YER...

140 bin insanın tepesinden ölüm yağdırdığın bir ülkeye, sanki bunları hiç yapmamış gibi gidersin.

"Bir insanlık suçu işledik" demek de, "Yaptığımız bir katliamdı" demek de aklından geçmez.

Üstüne. Senin bombalarından yaralı kurtulan ve izini yüzünde taşıyan bir kurbana sarılırsın.

Özür bile dilemezsin.

Başka ülkelere gelince. İnsanlık ahlakını temsil ettiğini iddia edersin.

Bir ülkeye müttefiklik sözü verip, o ülkenin terör örgütü ilan ettiği bir örgütle işbirliğinde sakınca görmezsin.

O örgütün amblemini askerlerinin üniformasına işler, yakalanınca da bir tarafta askeri sözcüne "yanlışlıkla oldu" açıklamasını, diğer tarafta siyasi sözcüne "Biz o örgütle birlikte hareket ediyoruz" açıklamasını yaptırırsın.

Ya da.

Bir yandan "mülteci krizinin insanlık için çözülmesi gereken bir sorun olduğu" açıklaması yapar, diğer taraftan sınırına dayanmış mültecilere kapılarını kapatıp, çocukların ölümlerine seyirci olursun.

Yeni dünya tam da böylesine iki yüzlülüğün ayyuka çıktığı bir yerken...

Türkiye, halâ "Esad gitsin demiştik, vazgeçtik" demiyor.

Putin ısrarla "Türkiye hatasını kabul etsin, sorunları çözelim" diye haberler gönderirken, duymazdan geliyor.

Böyle giderse, yeni dünya düzeninde ne hancıya ne yolcuya yaranamayan bir ülke olacağız.

BENİ DUYUYOR MUSUN GÜLCAN?

Üç yıl kadar önceydi. Gezi olayları ülkenin üzerinden kasırga gibi geçip gitmişti.

Gezi'nin çekirdeğindeki masum çocuklara umut da vererek gitmişti.

"Bu hareketten umutlanmayın, yeni zamanda protestolar içi boş şeyler, olan ölenlere oluyor" demiş, bunu da Aşk Yüzyılı Bitti'de yazmıştım.

"Ciddi bir gençlik festivali olsaydı, Gezi de patlamazdı" demiştim.

Umut çocukları çok kızmıştı, çok.

Gezi'nin ertesinde.

Sevgili arkadaşım Gülcan, hemen her akşam Kuğulu'da açık hava toplantılarına katılıyordu.

Gezi ruhunu taşıyanlar, umutlarını siyasi bir güce dönüştürmek için günlerce toplandılar.

Gülcan'a, "İşin gücün mü yok, bu işten ciddi bir hareket çıkmaz. Yaşandı ve bitti" dediğimde, bana müthiş bozulduğunu hatırlıyorum.

Üzerinden tam üç yıl geçti. Gezi'nin kendi gitti, ismi kaldı yadigâr.

Şimdi. Beni duyuyor musun Gülcan?

Mayıs çılgın bir ay. Güzel olan her şey hayata dönüyor.

Her şeyi değiştirecek kadar güçlü hissediyorsun kendini.

Geçmiş güzel günleri özlüyor, yeniden hayata getirebileceğini sanıyorsun.

Doğduğum ay mayıs. Bitince. Her şey gri küllerin altına geri dönüyor.


AĞIRIMA GİTTİ

ABD savcısı Bharara, mahkemeye "Aman Reza Zarrap'ı Türkiye'ye iade etmeyin, onlar serbet bırakır" dedi ya.

Ülkemin adalet sisteminin ABD'den görünüş şekli bir ağırıma gitti ki sormayın.


AKLIMDA KALAN

Bora ile aramızdaki kuşak farkının cep telefonu üzerinden anlatımı: Devamlı okur, yeğenim Bora ile muhabbetimi bilir. O, teknolojiye takla attıran, ben ise uzaktan kumanda aletine uzay aracı muamelesi yapan kuşaktanım. Geçen gün. "Halacığım" dedi, "Whatsapp'a girip hemen çıkıyorsun. Sohbetimiz yarıda kalıyor!" Velet, başka işim yok sanıyor. Ondan fırçayı yiyince, aklıma çocukluğumdaki cep telefonum gelmesin mi? Bizim kuşak hatırlayacaktır, cep telefonunu Motorola'dan önce, biz icat etmiştik! Bir kibrit kutusu içine iple bağlanmış bir kibrit çöpü koyar, ipin ucunu da boş bir makaraya bağlardık. Makarayı çevirdikçe kutunun içinden gelen sesi duymak için kutuyu kulağımıza dayardık. Bu saçma mekanizma bizi mutlu etmeye yeterdi...