Dostlar vedalaşmaz...

Şimdi gitme vakti... Sizlere beni okuyarak yazılarıma değer kattığınız için yürekten teşekkür ederim. Dedim ya dostlar vedalaşmaz... Bir şekilde bulurlar birbirlerini...

Nuran Yıldız nuran@nuranyildiz.com

Önceki gün. Eli sopalı bir grup, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bastı.

Beli silahlı, eli taşlı-sopalı saldırganlar Fakültemi abluka altına aldı.

Kantinde yemek yiyen çocuklara oruç tutmadıkları için düşmandılar.

Fakültenin camını çerçevesini yerle bir ediyorlardı.

İçeride, mahsur kalan öğrenciler, hocalar, çalışanlar korkuyordu. Bazı öğrenciler korku şokuna girmişti.

Dışarıda, Ortadoğu’nun  terörün kol gezdiği sokaklarına benzer bir görüntü vardı.

Başkentteydik. Göbeğinde. Polisi aradı arkadaşlarım, soluk alsan tepende biten polisler tam 45 dakika gelmedi!

Hadi diyelim ki polis o kadar meşguldü ki, gelemedi. Fakülteyi televizyon kameraları, haber ajansları doldurmuştu.

“Neyse” dedik, “belki politikacılar medyadan olup biteni öğrenir, iktidarı, muhalefeti ortak bir tavır koyarlar.”

Akşam. Televizyonlar haberi “Cebeci’de olay çıktı” yüzeyselliğinde verdiler. Saçlarından sürüklenen öğrencilerin çığlıklarının tadını çıkardılar birkaç saniye. O kadar.

Saldırının nedenini araştıran bir muhabir olmamıştı.

Polisin 45 dakika gelmeyişinde haber değeri gören bir muhabir de olmamıştı.

Kameralar kan revan ve kargaşadan görüntü alıp gitmişlerdi.

Araştırmacı gazeteciliğin öldüğüne, bu ülkenin en eski gazetecilik okulu camları kırıla kırıla tanıklık ediyordu…

Medya yöneticileri artık “iktidar baskısı” serzenişi altında, kendi tembelliklerini, kolaycılıklarını, sifli, mayışık hallerini gizler oldular.

Yazık.

Neyse. Bende “görüşmek üzere” deme vakti.

Son yıllarda ülkemde yaşananlardan herkes gibi payıma düşeni aldım, almaya da devam ediyorum.

FETÖ’nün medya imamı tarafından gazetedeki köşeme son verildi.

TRT’deki programım başlamasından bir gün önce, TRT imamı tarafından bitirildi.

Bunların hiç önemi yoktu.

FETÖ medyası tarafından ismim, imzasız belgelere karıştırıldı. İtibarsızlaştırılma listesine girdim.

Beş para etmez adamlar tarafından medyada, “İlker Başbuğ ile birlikte tutuklanacak” başlıklarıyla hedef gösterildim.

Yakın (!) arkadaşlarımın yönettiği haber kanallarında (Fox, Kanal D vs.), Ergenekon bağlamında aynı imzasız belge nedeniyle afişe edildim.

Hukukçulara göre ismimin geçtiği belge baştan sona “hayatın doğal akışına aykırı”ydı. O günlerde akış makış kimsenin umurunda değildi.

Bunların da hiç önemi yoktu. Sen doğru yaşarsan, doğru gelip seni buluyor sonuçta.

Bu süreçte benim için korkan, telaşlanan annemin hastalığı çok hızlı ilerledi. İşte buna yol açanları hiçbir zaman affetmeyeceğim. Daha önce bunu da yazdım.

Geçelim.

Bu tür zorlu süreçlerde. Gerçek dostlarla, dost görünenler ayrı düşüyor.

Korkaklarla, cesurlar da ayrı düşüyor. Karakterlilerle, karaktersizler de öyle. Şereflilerle şerefsizler de.

Çocukluktan çıktığım günlerden bu yana kendime bir yol seçtim: Eğer yanımda gerçekten dost, cesur, karakterli ve şerefli birileri yoksa, yalancı kalabalıklara tutunmak yerine yalnız yürüyecektim.

Yine bu süreçte. Akşam gazetesini yönettiği günlerde bana köşe açan İsmail Küçükkaya’yı yüreğimde tutmaya devam edeceğim.

Yine bu süreçte. Şerefsizlerin saldırılarına karşı çaresizken. “Sen Nuran Yıldız’sın, dün vardın, bugün varsın, yarın da olacaksın, bu adamların hiç biri dün yoktu, yarın da olmazlar, takma kafana” diyerek yanımda duran, 15 Temmuz’da kaybettiğim dostum Erol Olçok’ı yüreğimde tutmaya devam edeceğim.

Yine bu süreçte. Hatır bile sormaktan tırsanlar çoğunluktayken “Gel gazeteciler.com’da yaz” diyen Hadi Özışık’ı yüreğimde tutmaya devam edeceğim.

Hadi Özışık, hemen her gazetecinin karakter sınavına tabi tutulduğu durumlardan alnının akıyla çıkan az sayıdaki gazeteciden biridir.

“Kimsenin sana inanmadığı zaman bile sen kendine inanırsan başarırsın” anlayışını hayata geçirmenin en güzel örneklerinden biridir sevgili Hadi…

Onun binbir emekle var ettiği internet medyasında yazar olmaktan hep keyif duydum.

Yine bu süreçte. Gazeteciler.com’da hem yüreği, hem niteliği yüksek okurlarım oldu. İçlerinde siyaset ve medya dünyasının çok önemli isimleri var.

Yazım az gecikince, rüyamda görsem inanmayacağım isimlerden “yazınız yok, bekliyoruz” notları aldım.

Aynı görüşte olmadığımız okurların bile, yazılarımı dört gözle beklediklerini öğrendim.

“Bu kadar ara vermeyin. Her gün yazın. Bir paragraf, bir cümle, bir sözcük olsa bile bizi yazısız bırakmayın” diyen okurlar... Onlardan daha büyük bir servetim hiç olmayacak benim.

Türkiye’de yaşamayı “bungee jumping”e benzetirim. Her dönem bir başka uçurumun ucuna gider oradan düşersin. Bu hiç bitmez. Hiç değişmez.

Öyle bir zaman ki bu, “yazacak çok şey var” ile “yazacak hiçbir şey yok” arasında sıkışıyor insan.

Gidiyorum ama “düşünen” insanların elleri kaşınır, zihinleri kaşınır. Hiç rahat etmezler.

Öyle uzanıp sahile, boş boş gökyüzüne bakmazlar ya da yumuşacık bir yatağa kendilerini atıp, gözlerini tavana dikip öylece kalmazlar. Kalamazlar.

Yazmak bir virüstür, bilen bilir.

Öyle durumlarda, “yazmazsam olmaz” diyeceğim durumlarda kendi web sitemde yazmaya devam edeceğim.

Şimdi gitme vakti.

Gazeteciler.com’a, Hadi Özışık’a, Bülent Tellan’a ve İsmail Evren’e çok ama çok teşekkür ederim. Ellerinden geleni yaptılar.

Sizlere de, beni okuyarak yazılarıma değer kattığınız için yürekten teşekkür ederim.

Dedim ya dostlar vedalaşmaz. Bir şekilde bulurlar birbirlerini.

Ve bir de.

“Umut ederek” zaman yitirmek yerine (bilirsiniz bence umut işkencedir), iyi insanların işlerini iyi yapmalarına destek verin. Umuda gerek kalmaz.

Hayatta ve ayakta kalmanız dileğiyle…