Recep Yazıcıoğlu gibi yöneticilere ihtiyacımız
var
Dünyanın koronavirüs salgını ile imtihan olduğu bir ortamda
Türkiye’ye ne lazım diye sorsanız ilk vereceğim cevap ‘işini bilen
ve vatandaşı düşünen yöneticiler’ olur.
Görevi ne olursa olsun, hangi siyasi görüşten veya partiden
olursa olsun işinin ehli, liyakat sahibi, vatandaş ile hemhal olan
yöneticilere her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
Özellikle sağlık yönetiminin öne çıktığı bu zor günlerde Sağlık
Bakanı Fahrettin Koca, her kesimden takdirleri üzerine topluyor. Bu
açıdan Türkiye’nin son zamanlarda başına gelen en güzel şeylerden
biri bu sağlık yönetimidir diyebiliriz. Elbette eksikler ve zaman
zaman yapılan hatalar vardır ve her dönem olacaktır. Fakat bu,
Fahrettin Koca ve ekibinin başarısını gölgelemez.
Fakat sadece sağlık yönetiminde değil her aşamada vatandaş adına
doğru işlere imza atacak yöneticilere ihtiyacımız var. Tıpkı bir
döneme damga vuran ve Süper Vali olarak bilinen Recep Yazıcıoğlu
gibi.
Birçoğunuz tanıyordur merhum valiyi, tanımayanların da bir an
önce tanımasını tavsiye ediyorum. Kendinden emin tavırları,
yönetmek yerine hizmet etmek odaklı anlayışı, haksızlıklar
karşısında hiç kimseye eyvallah etmemesi ve vatandaş ile kurduğu
muhteşem bağ ile her gittiği yerde adından söz ettirmişti
Yazıcıoğlu. Öyle ki sürgüne gönderildiği her yerde harikalar
yaratmayı başarıyordu. Nitekim yaptığı köprü ile dillere destan
olmuş fakat talihsiz ve şüpheli bir kaza ile hayata veda
etmişti.
Koronavirüs gibi büyük bir salgın nedeniyle zor günlerden
geçtiğimiz şu günlerde de belediye başkanlarından valilere,
bakanlardan bürokratlara kadar her aşamada bu anlayışı görmek
istiyoruz. Boş polemiklerin peşinden koşmanın, anlamsız siyasi
tartışmaların içerisinde boğulmanın ne vatandaşa ne de ülkeye bir
faydası olur. Bunun yerine koordinasyon içerisinde hizmet etmenin
peşine düşmek gerekiyor. Bu mantık olduktan sonra ne polemikler
ortaya çıkar ne de ‘paralel’ tartışmaları alevlenir.
Can Ataklı ve Abdurrahman Dilipak
benzerliği
Malumunuz birkaç hafta önce Can Ataklı, online eğitimlerde
başörtülü öğretmenlerin olmaması gerektiğini ve kötü örnek olduğunu
söylemişti. Hemen ardından Ali Karahasanoğlu da ojeli, boyalı
öğretmenleri görmek istemiyoruz demişti. Bu tartışma burada bitti
gitti derken Abdurrahman Dilipak’ın konuyu yeniden açmasıyla
polemik yeniden alevlendi.
Dilipak, olayı o kadar yakışıksız bir şekilde ele aldı ki. Ojeli
kadınların abdest geçmediği için ‘cenabet’
olduğunu ve onların bu şekilde çocuklara ilim öğretmesine izin
veremeyeceklerini söyledi. Bu söylemi, çok kullandığım ‘garabet’
kelimesi ile özetlemek istiyorum. Dilipak’a da ‘ne gerek
vardı şimdi bu tartışmayı yeniden açmaya’ diyorum. Hele ki
insanların koronavirüs gibi çok ama çok hayati bir probleminin
olduğu bu ortamda bu konuyu devam ettirirseniz, o çok
eleştirdiğiniz Can Ataklı’dan ne farkınız kalıyor?
Yanlış anlatılanlar ve yanlış anlaşılanlar
Sosyal medyanın ne kadar önemli olduğunu söylemeye gerek yoktur
sanırım. Zira sosyal medya, koronavirüs gündeminde kendisini
fazlasıyla gösterdi. Nitekim Süleyman Soylu’nun istifasını
açıkladığı gece sosyal medyanın etkisini herkes gördü.
Fakat bu mecrayı doğru kullanmak her şeyden daha önemli.
Çünkü sosyal medya, vezir de ediyor rezil de…
Son örneği Prof. Dr. Ercüment Ovalı…
Ovalı’nın attığı tweetin hem yanlış anlatıldığını hem de yanlış
anlaşıldığını düşünüyorum.
Yanlış anlatıldı çünkü hem zamanlama olarak hem de usül olarak
yanlışa anlatım yanlışı eklendi. Doğru cümleleri kurmadığınız zaman
yaptığınız tüm bilimsel çalışmalar, bir anda çöp olabilir.
Atılan tweet, yanlış anlaşıldı çünkü sosyal medyada hızla
yayılan bu söylem kısa zamanda ‘ilaç icadı gibi’
anlaşıldı. Herkes bu konuda yazdı, çizdi, eleştirdi hatta linç
etti.
Bu açıdan Ercüment Ovalı hikayesine iyi bakın derim. Çünkü bu
hikaye, yapılan tüm bilimsel çalışmaların, verilen tüm
emeklerin tek tweet ile nasıl heba olduğunun
hikayesidir.