Bu soruyu Fazıl Say'a değil vatandaş Fazıl'a soruyorum

Soru da şu: “Patron kim?”

Aslında soruda iki kelime eksik, onu da birazdan tamamlayacağım…

Ama önce başlıktaki cümleye döneyim…


Bu soruyu, her hafta, en az bir  sabah kahvemin “mütemmim cüzü” haline getirdiğim Chopin’in “Nokturnler’ini çalan Fazıl Say’a sormuyorum

Çünkü onunla hiçbir meselem yok…

***

O Fazıl Say’ı, son defa  “Das Das” kültür merkezininde verdiği konserde gördüm.

Seyircilerin tam ortasına kurulmuş piyanosunun başında harika parçalar çalıyor, her parçanın arasında durup yumuşacık bir tonla ve çok güzel ifadelerle  bize o müzik hakkında bilgiler veriyordu.

O gün, gençliğimde Danny Kaye’in Pazar günleri televizyonda çocuklara yönelik anlatımlı klasik müzik programlarını hatırlamıştım.

İşte o Fazıl Say’la hiç meselem yok.

***

Ama bir de “Vatandaş Fazıl” var…

Yani benim gibi “1 oyu” olan Fazıl Say…

Onu da son defa Alaçatı’da Stay Otelde yakın çevresine verdiği yemekte gördüm.

Eşi Ece Dağıstan’la harika bir ev sahipliği yapmıştı.

Stay Otelin, Amerikan filmlerinde gördüğümüz okul otobüslerinden birinden alıp düzenlediği araçla  dolaşmış, harika fotoğraflar çektirmiştik.

***

Müzisyen Fazıl Say’ı sık görmüyorum, ama sık sık dinliyorum.

Vatandaş Fazıl’ı ı da Covid başından beri hiç görmedim, ama sık sık okuyorum.

Çok güzel Instagram paylaşımları yapıyor. Keyifle izliyorum, öğreniyorum..

Ama o vatandaş Fazıl, Twitter başına geçince, keskin bir siyasi ses haline geliyor.

İşte onunla anlaşamadığım noktalar var.

***

Elbette hiç itirazım da yok…

Her kes kendi fikrini açıklamakta özgürdür.

Cemal Süreya ve Attila İlhan’ın şiirlerine de hayranım, ama hayattayken yazdıkları siyasi fikirleri ile hiç te mutabık değildim.

Onların yazmak, benim de okuyup beğenmemek hakkımdı

***

Sevgili Fazıl, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na  “Niye gidip Nagehan Alçı’ya konuştun” diye çok ağır ifadelerle yüklenen bir paylaşımını okudum.

Hakaret yok ama öyle bir  öfke var ki ve bunu ağır şekilde ifadelerle anlatıyorsun ki, ‘Bir dakika’ dedim..

***

Yine de itirazım bu sorgulamanın içeriğine…

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanına “Niye gidip o gazeteciyle konuştun” diye hesap sormana…

İşte buna itirazım var…

Sadece sana değil bazı televizyon kanallarında her gece öfkeli ifadelerle parmak sallayarak Ekrem İmamoğlu’na niye şu gazeteciyi, niye bu gazeteciyi gezine davet ettin diye hakaret üstüne hakaret eden konuşan kafalara da itirazım var.

***

İstersen önce Nagehan Alçı’dan başlayalım.

Geçmişte benim hakkımda da ağır eleştiri yazıları yazdı.

Ama şunu kabul edelim ki, son zamanlarda iyi bir gazetecilik yapıyor.

Her görüşten insana ulaşıyor, çalışıyor, görüşlerini de düzgün şekilde aktarıyor.

Burada yaptığı da iyi bir gazetecilik.

Bir gün önce İstanbul’da AKP’lilerin İmamoğlu’na yönelik eleştirilerini açıkladığı toplantıyı izlemiş.

Sonra Ekrem İmamoğlu’nu arayıp onun da görüşlerini almış.

Yirmi yıl gazete yönetmiş bir insan olarak söylüyorum, bunda ne onun ne de İmamoğlu açısından en küçük sıkıntı yok.

Ayrıca İmamoğlu’nu da çok taktir ettim.

Kendine güvenen bir siyasetçi olarak, televizyon kanallarındaki şu konuşan kafa böyle der, öteki şöyle düşünür diye  takmayarak söylemek istediğini söylemek istediği insanların en azından bir bölümüne iletecek gazeteciye konuşmuş. 

Liderler böyle yapar…

***

Sevgili Fazıl, şunu hiç unutmayalım.

Ekrem İmamoğlu, 15 milyonluk İstanbul şehri seçmeninin yüzde 54’ünün oyunu almayı başarmış bir siyasetçi.

Yine unutmayalım ki, bu son 20 yılın hiç şüphesiz en başarılı seçim sonuçlarını alan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bile bugüne kadar hiç ulaşamadığı bir oran bu.

Yani diyeceğim, sen nasıl salonlara binlerce insanı toplamayı başaran bir sanatçıysan, o da milyonlarca insanın oyunu alabilmeyi başarmış öyle bir siyasetçi…

Oyunu ona vermeyebilirsin, ama ona “Niye Nagehan Alçı’yı çağırdın” diye sorarsan, vereceği cevap çok basittir.

“Çünkü ben yeniden seçime gireceğim…”

“Çünkü yeniden seçime girersem, yine sadece CHP oyları yetmeyecek. Yine, yine herkesi kucaklamak., herkesin oyuna talip olmam gerekecek…”

Çünkü doğru cevap  budur…

***

Şimdi  televizyonlardaki, gazete köşelerindeki parmak sallayan öfkeli meslektaşlarıma geçeyim. 

Çünkü onların bir bölümü ile daha büyük meselem var. Tabi ki onların da benimle bitip tükenmeyen bir meselesi…

Sevgili Fazıl seni onlarla asla karıştırmıyorum, karıştırmam…

Çünkü onların çoğunun meselesi ideolojik falan değil, mesleki hasetlik. 

Emin ol, çoğunun bu öfkesinin altında artık iyice sırıtan böyle  mesleki bir hasetlik yatıyor.

Çünkü bu hasetliğe ihtiyaçları var. 

Çünkü her gün kamera karısına oturup, önüne gelene parmak sallamak onlara yetiyor…

Kendilerine  küçük bir mahalle ve sakinlerini bulmuşlar, oradan gelen alkışlar onların küçük tatmin keselerini doldurmaya yetiyor.

***

Parmak sallayan bu öfkeli arkadaşlarımızın egoları öylesine azmanlaşmış ki; Artık, kendilerini “Altılı masanın tek seçicisi” gördükleri bir irtifadan bakıyorlar aşağıdakilere…

Bir bölümü, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın karşısına çıkacak adayı seçme yetkisini kendinde görüyor.

Maşallah herbirinin adayı, adayları var…

Altılı masadakilerin zerre kadar önemi yok.

“Benim dediğimi seçmezsen size oy verdirtmeyiz” diyecek kadar kendilerinden geçmişler..

Sanırsınız ki, masadakilerin arkasında sadece bir oy var, onlarınkinin ise milyonlar… 

Üstelik Kafalarındaki adayın sadece CHP tarafından belirleneceği gibi tuhaf bir inançları var.

Diyorum ya; Gözleri kararmış, seçim matematiği dersine de hiç çalışmamışlar…

***

Oysa o matematik avaz avaz haykırıyor; 

Eğer muhalefetin çıkaracağı aday seçimi kazanacaksa bunun tek yolu var.

Ekrem İmamoğlu’nun kazandığı gibi kazanmak.

Yani herkesi kucaklayarak.

***

Ama ne çare…

Konuşan kafa konuşa konuşa olmuş düşünmeyen bir ego…

Kendi egosundan ibaret mana aleminde transa girmiş;

Sadece İmamoğlu’nun değil, Kemal Kılıçdaroğlu’nun da  yakasına yapışıyor; “ Niye helalleşiyorsun” diye bas bas bağırıyor.

Bildiği tek dil, anadili kavga etmek…Kemikten ibaret monolitik bir duyguya dönüşmüş, 

Kemik iliği ise nefret… 

***

Ama  seçime bir yıldan az zaman kaldı.

Zaman gerçekçilik zamanı…

O nedenle bu arkadaşlara, “Alışın” diyeceğim…

Seçim gezilerinde hiç hazetmediğiniz, hiç sevmediğiniz, çok kızdığınız, hatta nefret ettiğiniz, her gün hakaret ettiğiniz gazeteciler de olacak.

Siz gider misiniz bilmem ama o kızdığınız gazetecilerin bir bölümü hep orada olacak.

Turgut Uyar’ın dediği gibi, “Kalkıp gidecekler…”

”Orada olacaklar…”

Ve hantallamış, tembelleşmiş egolarınız hep rahatsız olacak.

***

Yine sana dönüyorum  Sevgili Fazıl…

Sen büyük sanatçısın;  Lütfen, ekmeğini kin, öfke, nefret ve hasetlikten çıkaran trolleşmiş kafalara bakma…

Herkes fikrini söylesin… 

Ama bırakın gazeteciler gazeteciliklerini yapsınlar.

Siyasiler kimle konuşacağına, kimi gezilerine davet edeceklerine kendileri karar versinler.

Çünkü televizyon ekranında, gazete köşesinde konuşan öfkeli  kafa için ödenecek bir bedel  yok.

Desteklediği parti seçimi kaybetse de, o arkadaşın kaybedeceği bir şey yok. 

Rızkını çıkardığı nefretine üç kürek kömür daha atar, içindeki nefret ateşini iyice azdırır, yürür gider

 Ama seçim kaybeden siyasetçi için durum hiç böyle değil…

Onun bedelini hem kendi, hem halk öder…

***

Şimdi başta sorduğum sorunun eksik iki kelimesini de tamamlayayım…

Altılı masanın gerçek patronu kim?

Orada burada parmak sallayan öfkeli kafalar mı? 

Yoksa, Türkiye siyasetinin ve başkanlık rejiminin yüzde 51 gerçeği mi…

***

Türkiye ve Yüzde 51 gerçeği diyorsan…

Cumhuriyet’in 100’üncü yılında bu seçim çok önemli diyorsan;

O zaman Kılıçdaroğlu’nun, İmamoğlu’nun yaptığını yapacaksın…

Yani herkesi kucaklamaya çalışacaksın…

Bu kavga bitsin, bu kan davası sona ersin, ülkemiz huzura kavuşsun, tekrar bir millet olalım diyorsan…

Başka yolu yok kardeşim…

Yorumlar