RÖPORTAJ

Oya Doğan: Her Şeye Fazla Bağlanıyoruz!

Sayım Çınar günümüz ilişkilerini, dizileri, ilk romanını yayımlayan Oya Doğan ile konuştu.

Oya Doğan: Her Şeye Fazla Bağlanıyoruz!

GAZETECİLER.COM - ÖZEL İÇERİK
SAYIM ÇINAR 
sayimcinar@gmail.com

Dizi Doktoru, gazeteci Oya Doğan'ın ilk romanı Boşan da Gel, 8 Mart'ta okuyucularla buluştu. 30'lu yaşlarının başında hayatının aşkından boşanan Lara'nın vedasını ve kendini arama sürecini anlatan kitap okuyucuyu kusursuzluğu keşfetmeye davet ediyor. Sayım Çınar günümüz ilişkilerini, yeni kitabı yazarla konuştu.

Öncelikli hayırlı uğurlu olsun. Boşan da Gel: Kusursuzluğu Keşfet - Oya Doğan imzalı bir romanla karşı karşıyayız. Gerçekten öncelikle şunu sormak istiyorum. Sen boşanmış bir insansın. "Yazmak için yaşamak gerekli mi?" tezini savunan bir yazar profili misin yoksa gerçekten bütün boşanmış çiftler için mi bu romanı yazdın?

Sadece boşanan çiftler için yazmadım ama galiba ilk söylediğin doğru. Ben uzun süredir bir şeyler yazmayı deniyorum ve genellikle yazdığım şeyler kendi yaşadığım ya da gözlemlediğim, yani bildiğim hikayelerden çıkıyor. Sanırım ben yaşayıp, deneyimleyip ya da gözlemleyip yazabilen yazarlardan olacağım. Henüz bir yazar değilim, inşallah iyi bir yazar olacağım.

Bir köşen var, şu anda bir romanın var, hiç de fena bir roman değil. Bir ilk roman denemesi olarak bizim yaşadığımız kuşağı, bu kuşağın sorunlarını anlatıyorsun. Esasında "Evlilik bir insanın bir anlamda kendini cezalandırması" gibi bir şey ortaya çıkıyor. Sen bu tezi savunuyor musun?

Evliliğin insanın kendini cezalandırması olduğunu düşünmüyorum ama sanırım ben evliliği sadece kadın-erkek evliliği, yani normal bildiğimiz klişe bir evlilik olarak da adlandırmıyorum. Şu anda hepimiz arkadaşlarımıza, işimize, sorunlarımıza, travmalarımıza, her şeyimize büyük bir evlilik ile bağlıyız. Aslında biraz kitabın derdi de bu. Her şeye çok ciddi anlamda bağlanıyoruz ve onları boşamakta zorlanıyoruz. Bütün sorunlar da orada başlıyor.

Esasında bu yeni evliliklere baktığımızda boşanma sayısının gittikçe arttığını görüyoruz.

Daha dün bir haber okudum. Boşanma oranları, evlilik oranlarını geçmek üzereymiş.

Ve çok sık şekilde boşanan çiftlerle karşı karşıyayız.

Tahammül yok çünkü.

"BİZ BAŞKA BİR KUŞAĞINZ"

Eskiden insanlar Katolikler gibi evlenirdi bizim ülkemizde de. Evlilik denildiği zaman bir ömür boyu bir arada olmak anlaşılırdı. Ama şimdi yeni kuşak, bizim kuşak evliliği bir türlü algılamış değil ve de çok ciddi sorunlarla karşı karşıya. Romanda da zaten ana karakterimizin, kadın karakterimizin gerçekten hayatla boğuşmasını okuyoruz. Günümüz evlilikleriyle ilgili gözlemlerin neler?

Annemlerin döneminde evlenince bir kez evlenilirmiş ve sonsuza kadar mutlu-mutsuz beraber yaşanırmış. Ama şimdi biz daha başka bir kuşağız. Okuyan, kendi ayakları üzerinde duran, kendi özgürlüğüne önem veren "Ben de buradayım" diyen, "Kadının da bu dünyada yeri var" diyen, susmayan, tahammül duygusu olmayan bir kuşağız. O yüzden evlilikleri de ilişkiler gibi algılıyoruz. "Anlaşamadım, ayrılıyorum" diyoruz. Annelerimizin, babalarımızın baktığı gibi bakmıyoruz evliliğe aslında. Birçok arkadaşım evlenirken "Emin misin evleniyorsun?" denildiğinde "Aman, anlaşamazsam ayrılırım." diyor. Boşanmak artık çok kolay, sevgilinden ayrılmak gibi bir şey oldu zaten. Kitapta da var, ben de bunu yaşadım. Işık hızıyla boşandım. Daha montumun tek kolunu çıkarana kadar boşandım.

Karşılıklı anlaşarak.

İki taraf anlaştığı zaman hemen boşandığı için gerçekten sevgilinden ayrılmak gibi bir şey oldu.


Kitabında çok fantastik öğeler de var, özellikle Sezenli veda şöleni var ki orada Sezen Aksu şarkılarıyla yaşayan bir kız çocuğunu da hatırlıyoruz.

Ama hepimiz onunla büyümedik mi?

Onun şarkıları aslında aşkın tesellisi olarak karşımıza çıkıyor. Sezen Aksu'yu hayatında nasıl konumlandırıyorsun?

Kitapta da yazdığım bir şey var, Beyazıt Öztürk bir gün programında "Sezen Aksu bütün ilişkilerin üçüncü kişisi" demişti. Gerçekten aşkın da bir sürü çeşidi var ya, her çeşidine şarkı yapabilen herhalde Türkiye'deki nadir insanlardan biri Sezen Aksu. Ben ilk aşkımda da Sezen Aksu dinlemiştim, Sezen Aksu şarkılarında ağlamıştım, beni anladığını hissetmiştim. Otuz beş yaşına geldim, hâlâ beni anladığını hissediyorum ve her yaşıma hitap ediyor.

Git'ten Sarı Odalar'a kadar ciddi bir Sezen Aksu kompozisyonu var kitapta, bu da kitabı daha bir özel kılıyor. "Bekarlığa Merhaba" dediğin bir bölüm var ve oradan başlıyoruz. Bekarlık sence nasıl bir şey? Sultanlık mı?

Çok samimiyetle anlatacağım, bekarlık sultanlık ama insanız ya biz, bir sene sonra hepimiz omzumuzu koyacağımız bir omuz arıyoruz, bir yoldaş arıyoruz, arkadaş arıyoruz, bir sevgili arıyoruz kendimize. Çünkü zaten doğamız gereği biriyle birlikte olmamız lazım. Bir elmanın yarısıysak diğer yarımızı bulmamız gerekiyor yani. Bekarlığın sultanlık olduğu cakasını satıyoruz ama sonra kendi içimizde evde romantik komedi filmleri izliyoruz. Aşksızlığa ağlıyoruz ya, yeni çağın sorunu aşksızlık. Aşk bir modaydı, bitti.

Bu kitapta gerçekten çok ironik isimler var. Kadının ve kocasının adları ve soyadları, onlardan biraz bahsedelim.

Onu anlamana çok sevindim. Onun gerçekten bir anlamı vardı ve çok teşekkür ederim. Çok mutlu oldum.

Çok ironik olmuş. Biraz o karakterlerden bahseder misin? Kadın ile adamın ismi ve yaşadığı olaylar birbirine çok denk geliyor.

İsimleriyle başlayayım. Biz kız çocukları bu ülkede babalarımızın mutlu prensesleri olarak büyürüz ve mutlu olacağımıza inanırız. Sonra bir erkek hayatımıza girer ve hayatımızı karartır.

Çocuğun ismi Ege Kara, kadının ismi Lara Mutlu.

Lara Mutlu, Kara oluyor evlenip.

Lara Mutlu ile Ege Kara arasında gerçekten tuhaf bir bağlantı var. Ve o durumda bir de anne karşına çıkıyor, annesiyle birlikte olan bir kız çocuğu var. Anne pek anlayamıyor kızı.

Genellikle böyledir.

Pek empati yapamıyor.

Empati yapıyor, aslında en iyi empatiyi anne yapabilecekken annenin büyütülüş tarzı genellikle "Yuvayı dişi kuş yapar" "Susmak lazım" "Kadın bir evliliği yürütür" "Çocuğum biraz alttan alsaydın" "El âlem ne der" üzerine kuruludur Türkiye geneline baktığımızda. Orada hepimizin etrafında olup görebileceği, çok sıradan bir anne imajı çizdim aslında. Küçük bir zümrede başka türlü anneler de var kızına "Yürü, özgürlük senin özgürlüğün" diyen ama genellikle anneler "Evliliğine sahip çık" "Yuvayı dişi kuş yapar" der. Öyle bir anne profili çizdim. Ama sonunda seni yine annen anlar.

"İSTANBUL GECE HAYATINI GERÇEKTEN DOĞRU RESMETTİĞİMİ DÜŞÜNÜYORUM"

Kitapta daha çok kocanın en yakın arkadaşı sendromu var. Bu Acı Sevişmeden Geçmez bölümü var. Bunlar gerçekten insanın aşk acısını yenebilmesi için. Özellikle Lara'nın aşk acısını yenebilmesi için seçtiği yöntemler gerçek hayatta da var.

Var,evet. Onlar benim gözlemlerim. Mesela ben kendi örneğimden anlatayım, uzun süreli bir birliktelik yaşadığınız zaman daha düzenli bir hayatınız oluyor, daha düzenli arkadaşlarınız oluyor. Uzun süredir birlikteliği olan arkadaşlarınızla görüşüyorsunuz. Bekar arkadaşlarınız sizinle çok fazla vakit geçirmiyorlar. Fakat sen uzun süreli birlikteliğini bitirdiğin zaman, o insanlarla vakit geçirmek seni eskisi kadar mutlu etmiyor çünkü mutlu çift görmeye tahammülün olmuyor. Çünkü sen mutsuzsun. Hep yeni insanlar giriyor hayatına, bir günde tanıştığın kadınlar, adamlar, bir sürü arkadaş, bir sürü insan giriyor hayatına. Ben kendim de öyle bir şey deneyimledim. İstanbul gece hayatını gerçekten çok doğru resmettiğimi düşünüyorum Bu Acı Sevişmeden Geçmez bölümünde. Geçtiğimiz yıl neredeyse her gece dışarı çıkıp gözlem yaptım ve yazdıklarım gerçekten doğru. Kadınlar acılarını unutmak için "Bu acı sevişmeden geçmez" diyorlar. Kadın doğasına aykırı bir sürü saçma sapan şey yaşanıyor gece hayatında ve gerçekten o kulüplere de aynı insanlar gidiyor. Şimdi gidelim, yine aynı insanlar orada oturuyor olurlar.

Bir sevgi eksikliği var, kitapta da gerçekten katledilmiş bir duygu sevgi.

Onu unutmadık mı bu hayatta? Hepimiz kazanımlarımızı konuşuyoruz, hırslarımızı, egolarımızı konuşuyoruz. Kazanmak, kazanmak, kazanmak. Tek derdimiz bu. Buna formatlıyız. Hepimiz arada sevgiyi unutmadık mı? Hiçbirimiz sevgiden bahsetmiyoruz ilişkilerden bahsederken de."Yakışıklı bir adamla beraberim, zengin" diyoruz, "Çok iyi bir işim var, bu kadar kazanıyorum" diyoruz. O kadar maddeye yöneldik ki hepimiz sevgiyi unuttuk. Aslında kitabın içinde "Bir sevgi eksikti" diye kızın içinden çıkan kız hepimizin çığlığı bence.

Hayallerle yaşamak sarsıcı şeylere yol açıyor. Bir Murat karakteri var ki kitapta, çok enteresan bir karakter.

Hepimiz onunla beraber olmak isteriz değil mi?

Lara karakteri beklentisinden yüksek bir şey yaşıyor Murat'la ama o yaşadığı şeyler hayatın çok gerçeği. Sen dizi doktorluğu yapıyorsun, o dizi doktorluğundan bir şeyler geçiyor kitaba diye düşünüyorum. Neler geçti?

Murat karakteri mesela şöyle doğdu: Yıllardır dizi izliyorum, film izliyorum, yabancı dizileri ve filmleri takip ediyorum, edebiyatı takip ediyorum; bakıyorum bir adam tipi var, yani kusursuz bir adam. Muhteşem yakışıklı, acayip zengin, kadının duygusundan anlayan, kusursuz yani, heykel gibi bir adam karakteri. Bu adamların yaratıldığı diziler, kitaplar deli gibi okunuyor, izleniyor ve kadınlar bu adamı hayal ediyor. Bu bizim Türk dizilerimizde de çok yoğun bir şekilde kullanılıyor. Hatta bir örnek vereyim: Şuan Kiralık Aşk'taki Ömer. Bize bu hayaller satılıyor ama dönüp baktığımızda gerçekten öyle adamlar yok. Ama hayal ettiğimiz adamlar öyle adamlar. Murat aslında tamamen o izlediğim dizilerden ve okuduğum kitaplardan ortak bir nokta olarak bulup çıkardığım bir karakter.

Bir teselli yani değil mi?

Hepimizin tesellisi. Ama yok öyle bir adam.

Chicklit edebiyat da dediğimiz, herkesin kolay okuyabileceği, okuyunca eğlenebileceği, iyi vakit geçirebileceği bir kitap yazmışsın. Hatta bence sinema filmi olabilecek bir kitap yazmışsın. Teklifler de alıyorsundur diye düşünüyorum.

Evet, alıyorum. Yani kitabın adını duyan herkes zaten bunun bir sinema filmi olabileceği konusunda hemfikir ve benimle görüşmek istiyor. Bir iki büyük yapım şirketiyle görüştüm ama biraz kitabın yolculuğunu görmek istiyorum. Daha çok yeni çıktı. Kitabın yolculuğunu, duygusunu, mutluluğunu yaşadıktan sonra belki öyle bir şeye geçerim. İlk kitabım çıkıyor, bu anı yaşamak istiyorum.

Peki güçlü adamın sevgilisi olmak nasıl bir duygudur? Yani Murat biraz güçlü, güçlü olduğu kadar zaafları olan birisi. "Türkiye'de insanlar sevgiden fazla bahsetmiyor" diyoruz ya, sence dünyanın en büyük acısı aşk acısı mı yoksa insanların dramı mı?

İnsanların dramı, aşk acısı değil. Aslında çok güzel bir belgesel var Marlon Brando'nun hayatını kendi sesiyle anlattığı, adı Listen to Me Marlon. Orada çok güzel, çok sevdiğim bir cümle var: "İnsan, yedi yaşına kadar aldığı travmaları temizlemek için yaşar bu hayatta." Aslında çektiğimiz aşk acılarının sebebi de yedi yaşına kadar aldığımız travmalar. O yüzden insanların dramı ya. Aşk acısı dünyanın en büyük acısı olamaz.

"KİTABIN OLMASI ÇOK ACAYİP BİR DUYGU"

Çok yeni bir kitap yazdın, şimdi medyada da kitabın haberleri çıkmaya başladı. Neler hissediyorsun?

Bilmem, çok acayip bir duyguymuş. Çok samimiyetle anlatayım. Herkes "Çok muhteşem, harika, değil mi?" diyor, ben biraz ışık görmüş tavşan gibiyim. Mesela senin dün beni arayıp yorumlar yapman beni çok mutlu etti. Şu an da çok heyecanlıyım ve ışık görmüş tavşan gibiyim. Herhalde okundukça, eleştirildikçe, yorumlar yapıldıkça çok daha iyi hissedeceğim diye düşünüyorum. Çok farkında değilim şu anda.

Pekala yazmak bütün aşklarını temize çekti mi?

Bütün aşklarımı değil sadece, bütün travmalarımı temize çekti. Yazmak büyük bir terapi oldu, bunu anlatamam. Hayatımın en tuhaf dönemlerinden biriydi. Televizyon programı yapıyordum ben biliyorsundur, televizyon programı bitti, biterken "Ben yazacağım" dedim ve yazmaya karar verdim. Ama kendimi şuna inandıramadım: Düzenli olarak haftada beş gün köşe yazan biriyim, çok disiplinliyim ama ben bir hiperaktifim. Yani beni bir bilgisayar karşısında oturtup saatlerce, günlerce, aylarca oradan kalkmadan yazı yazdıramazsınız diye düşünüyordum. Daha doğrusu kendimi buna inandırmıştım. Ama bilgisayarımı kaptım, Akyaka'ya gittim çünkü ben kendimi Akyaka'da temize çekebiliyorum. Bana çok iyi geliyor orası. Bir arkadaşımın evi vardı, evini bana bıraktı, dağ evi gibi bir yer ve orada bir fırtına çıktı. Ben böceklerden korkarım, köpeklerden korkarım, soğuktan korkarım, rüzgârdan korkarım. Deli Mehmet fırtınası diye bir fırtına çıktı ve ben eve hapsoldum. Evi böcekler bastı, kapıya köpekler geldi, korku filmi gibi. Rüzgâr sesinden uyuyamıyordum, telefonum çekmiyordu ama bu roman çıktı. Ve ben bütün travmalarımı yendim. Şimdi fark ettim, yazmak müthiş bir terapiymiş. O kadar iyi geldi ki bana, beni çok değiştirdi.

Bu yıl Gökova'da bir çok dizi çekildi. Herhalde oraya gidip bir sürü haber de yaptın. Romanın da oradan çıktı. O zaman Gökova senin için önemli bir yer, değil mi?

Çok önemli bir yer. Çok huzurlu hissettiğim bir yer. Sebebini bilmiyorum ama oraya gittiğimde, sanırım oksijenden, daha Akyaka'nın tepesinden aşağı inerken şöyle bir yüz ifadem oluşuyor: Böyle kaskatı dururken yanak kaslarım hareket etmeye başlıyor ve gülümsemeye başlıyorum. Mutlu hissettiriyor bana orası.

Gazetecilerin son dönemde fazlasıyla roman yazdığını görüyoruz. Son dönemde çok fazla roman yazılıyor, kitap yazılıyor. Sen kendi kitabını nereye oturtuyorsun? Senin kitabının farkı ne?

"Benim kitabımım farkı şu" gibi büyük, iddialı cümleler kuramam. Benim de tabi ki çok üstten bakışlarım vardı aldığım eğitim nedeniyle, evet, belki daha başka şeyler yapmak isteyebilirdim ama sen dedin ya "rahat okunabilen kitap" diye, sadece şuna baktım: Sosyolojik bir gerçek var ortada. Bizler uzun uzun cümleler okumak istemiyoruz hiçbirimiz, artık daha hızlı hayatlar yaşıyoruz, Twitter diye bir şey var, 140 karakterle derdimizi anlatıyoruz. Hepimiz Posta Gazetesi gibi olduk: büyük resimler, küçük yazılar. Hayatı böyle yaşar olduk. Her şeyden biraz haberdarız, derinlemesine değil. Böyle bir hayat yaşıyoruz hayatta. Türkiye'nin gerçeği Posta Gazetesi gibi bence. Bunu yazarken de okunmasını istediğim için en uzun cümlem yedi kelime, kolay okunabilir, insanların eline aldığında iki-iki buçuk saatte okuyup bitirebilecekleri, keyif alabilecekleri, iyi vakit geçirebilecekleri bir şey yazmak istedim. Tüm samimiyetimle, çok yalın bir dille, bir şey söylemeye çalışarak. Şöyle bir yere koyabilirim: Ben, "Kendinize gelin, travmalarınızdan boşanın" diyorum.


Kitabı okuyan evli çiftler de oluyor, boşanmış çiftlerde. Mutlaka çevrendeki insanlar da okumaya başladı. Nasıl reaksiyonlar alıyorsun?

Boşanmış çiftler şöyle söylüyor: "Sana dertlerimi, boşanma sürecimi anlatacaktım, anlatmama gerek kalmadı. Gerçekten ne hissettiysem, ne yaşadıysam hepsini yazmışsın." Uzun süredir evli olanlar "Evliliğin nasıl bir şey olduğunu ve nasıl monotonlaştığını anlatmışsın." diyor. İlişkisi olmayanlar Murat'a aşık oluyor. "Böyle bir adam istiyoruz biz de" diyorlar Murat karakterini okuduklarında. Ama genel anlamda herkes samimi buluyor, samimi kelimesini kullanıyorlar ki benim hayatta en önem verdiğim şey budur. Benim hayattaki tek varlığım samimiyetimdir. Samimi olmaya ve samimi ilişkiler kurmaya dikkat ederim. Yazarken de okurlarımla samimi bir iletişimim olsun istedim. O yüzden de samimi bir dil kullanmak istedim.

"HEPİMİZ PROFESYONEL DİZİ İZLEYİCİSİ OLDUK"

Dizi doktorluğu, diziler hakkında yazı yazmak da önemli bir iş. Bunu pek yapan insan yok bizim ülkemizde. Sen de dizi doktoru olarak anılıyorsun. Yaptığın işin romanına etkisi mutlaka olmuştur. Türkiye'deki dizi piyasasını nasıl değerlendiriyorsun? Artık dizilerle yatıyoruz, dizilerle kalkıyoruz ve de dizileri sorguluyoruz. İnsanların diziler hakkındaki düşüncesiyle ilgili ne düşünüyorsun?

Galiba seninle iki yıl önce diziler hakkında bir röportaj yapmıştık ve sana bambaşka şeyler anlatmıştım. Bugün çok başka şeyler anlatacağım. Dizilerle yatıp dizilerle kalkmıyoruz şu anda çünkü artık dizileri beğenmiyoruz. Hepimiz profesyonel dizi izleyicisi olduk. Hikâye öğrendik. teknik kelimeler kullanamıyoruz ama "Bana geçmedi" diyor mesela izleyici. Orada mesela rejinin yada senaryonun sorununu izleyici "Bana geçmedi" cümlesiyle çok güzel anlatıyor. İzleyici artık o kadar çok hikâye izlediği, sabah altıdan başlayıp tekrar sabaha kadar devam eden,günde neredeyse altı saat vaktini dizi izleyerek geçirdiği için artık yemiyor. Artık yeni hikâyeler ya da tahmin edemeyeceği şeyler görmek istiyor. Ama sektörde çok büyük bir sorun var şu anda: Senaryo çıkmıyor. Mesela geçmişte, eylül döneminden itibaren bu döneme kadar yüz dizi başlardı. Şimdi bu yıl başlayan dizi sayısı otuz yedi bile değil. Birkaç tane dizi dışında eskisi kadar peşinden koştuğumuz dizilerimiz de yok. O yüzden dizi sektörü kendi ayağına sıktı ve tepetaklak aşağı doğru gidiyor. Ama bu batış bir manada iyi bir batış olacak, çok hızlı yukarı çıkacak çünkü. Batmaya ihtiyacımız var, çok şiştik sektör olarak.

Dizilerden Türk sinemasına geçersek, senaryo yazarlarını, Türk sinemasını nasıl değerlendiriyorsun? Türkiye'de her yıl onlarca film çekiliyor, festivallerde gösteriliyor, gişede gösteriliyor. Bu filmleri sen de izliyorsun. Sence Türkiye'de artık iyi filmler çekiliyor mu?

Keşke çekilse. Yani mutlaka bahsedebileceğimiz birkaç tane örnek var ama ne yazık ki özellikle gişe sineması dediğimiz şey komediye sıkışmış durumda. Festival sineması dediğimiz şey de birkaç konuya sıkışmış durumda. O mainstream sinema eşkıya gibi herkesi bir araya toplayabilecek işler çıkmıyor. Ya komedi yapılıyor, insanlar gidip gülüyor ya da festival filmi, toplum adına sıkıcı filmler yapılıyor -onlar sıkıcı diye tabir ediyorlar ya- yani sadece entelektüel bir kitlenin izlediği, çok küçük bir kitlenin gidip anlayıp sevebileceği filmler oluyor. Bence bu ülkenin daha fazla ana seyirciyi çekebilecek, Eşkıya gibi filmlere ihtiyacı var.

Yani anonim filmlere.

Evet. Tek tipleştik. Televizyonda da öyle. Dram.

Yönetimde bir düşüş var, değil mi?

İçerikte var ama bu dünyada da var. Amerika da bundan şikayet ediyor, "İçerik bitti" diyor. Herkes içerik olmamasından şikayet ediyor. Oysa biz hikâyenin yağ kuyusu gibi olduğu bir ülkedeyiz ama şöyle standartlara inanmış durumdayız: "O tutmaz." "Onu kimse yapmaz." Risk almayan senaristler, risk almayan yapımcılar. Bence bu ülkede çok iyi senaristler var, çok iyi hikâye yazan insanlar var ama o sistemin başında oturan insanları buna ikna etmek çok zor. Çünkü herkes "Şu anda komedi çok tutuyor, öyleyse komedinin peşinden gidelim hep beraber" "Şu anda dram tutuyor, öyleyse bunun peşinden gidelim" diyor. Kimse risk almıyor. O yüzden de baş aşağı gidecek bu sektör, sinema da dizi sektörü de.

Sen şimdi popüler kültür yazıları yazıyorsun. Popüler kültür yazıları yazarken de gazetelerde bir sürü rakibin var. Herkes kendisini okutma derdinde. Sen Vatan Makaron ekinde yazıyorsun. Nasıl bir okur profiliyle karşı karşıyasın?

Ben spesifik olarak dizi yazdığım için diğer televizyon eleştirmenleri, meslektaşlarım, ağabeylerim, ablalarım televizyon eleştirmenliği yapıyorlar. Yani televizyon içeriğinde ne varsa. Ben de bazen yapıyorum ama programdan belgesele her konuya giriyorlar ve diğer şeyleri de eleştiriyorlar. Ben ayın yirmi beş günü, spesifik olarak sadece dizi yazıyorum. Yani sadece bir diziyi yazıyorum bazen. O dizinin o bölümünde olan durumu yazıyorum. Dolayısıyla beni daha çok dizi fanları takip ediyor, yani dizinin sıkı izleyicileri. O bir gençlik dizisiyse daha çok 12-19 yaş grubuna hitap ediyorum. Tabi onlarla çok tuhaf bir ilişki yaşıyoruz çünkü onların sevdikleri oyuncu hakkında bir şey söylememe tahammülleri yok. O yüzden her sabah küfürle uyanıyorum ben.

"KİTABIM ÇOK OKUNSUN, ÇOK SATSIN İSTİYORUM"

Karakterlere geri dönelim isterim. Senin kitabında mağdur bir kadın var: Lara.

Ama drama queen olmayı sevmiyor. Mağdur olduğunu düşünmüyorum ben. Yani dışarıdan bakıldığında mağdur ama mağdur olmamak için mücadele veriyor. Zaten Lara'nın bütün derdi mağdur olmamak. Drama queen olmayı sevmiyor. O kendini bulmak istiyor. Bir sürü yöne savruluyor. Hayat da böyle değil mi? Hepimiz böyle değil miyiz yani? Sadece kocasından boşanmak değil ki. Uzun süreli sevgilisinden ayrılmak da olabilir bu. Yani hepimiz tutunmak için birilerine ihtiyaç duyuyoruz. Kimileri için erkek arkadaş, kimileri için kız arkadaş veya koca veya karı -ona ne diyorsak- hep birilerine ihtiyaç duyuyoruz. Sonra tek başımıza kaldığımız zaman da savrulmaya başlıyoruz. Herkes bir yerimizden çekiyor. Annen bir yerinden çekiyor,baban, arkadaşların, iş hayatın... Herkes seni bir taraftan çekmeye çalışıyor ve sen savruluyorsun. Bir seçim yapmaktır hayatta yaşamak. Hayat seçimlerden ibarettir. Lara da bütün bunları denedikten sonra hayatı için bir seçim yapıyor ve onu fark ediyor. Aslında demek istediğim şey o. Hayat seçimlerden ibarettir. Hayatında bir şey seçmek istiyor ve "Başkasının hayatını yaşamayacağım, kendi hayatım için mücadele edeceğim" diyor ve kendi hayatını kazanmak için savaş veriyor.

Senin kitabın 20.000 adet basılarak yayımlandı ve de bayağı bir ilgi görüyor. Sen kitabının ne kadar satacağını düşünüyorsun?

Bilmiyorum ki... Çok satsın istiyorum, herkes okusun istiyorum. Okumasınlar dersem yalan söylerim yani. Ama Türkiye de çok kitap satan bir ülke değil, gerçekçi olalım. O yüzden bir sayı vermem çok zor ama ben tabii ki onlarca baskı yapsın isterim.

ÇOK OKUNANLAR