GÜNDEM

Mehmet Altan: Üniversitede hocaydım, KHK'yla atıldım

FETÖ'nün medya yapılanmasıyla ilgili davada ifadeler dinlenmeye devam ediyor. Nazlı Ilıcak'ın ardından bugün Mehmet Altan mahkemeye savunmasını yaptı.

Mehmet Altan: Üniversitede hocaydım, KHK'yla atıldım

Gazeteci yazar Ahmet Altan ve Prof. Mehmet Altan ile gazeteci Nazlı Ilıcak'ın da aralarında bulunduğu 17 kişinin yargılandığı '15 Temmuz darbe girişimine iştirak' davasında bugün üçüncü duruşma yapıldı.

Bugün 26. Ağır Ceza Mahkemesi salonunun küçük olması nedeniyle sadece sanık yakınlarının takip edebileceği ifade edilen duruşma için aileler içeriye alındı. Duruşma 11:18'de başladı. Tutuklu sanıklardanŞükrü Tuğrul Özşengül'ün savunmasını yapmasının ardından duruşmaya 14:00'e kadar ara verildi. Aranın ardından Özşengül savunmasına devam etti. Duruşmada Mehmet Altan savunma yapıyor. Mehmet Altan mesleği sorulunca hâkime "Üniversite hocasıydım, KHK ile atıldım" dedi. 

Dünkü duruşmada Nazlı Ilıcak'ın savunmasının ardından kapatılan Zaman gazetesinin görsel yönetmeni Fevzi Yazıcı ifade vermişti. Daha sonra Zaman'ın pazarlama müdürü Yakup Şimşek'in savunmasına geçilmiş, her üç isim de darbe girişiminden haberdar olmadıklarını söyleyerek tahliyelerini istemişti.

Mehmet Altan savunmasında şu ana kadar şunları söyledi:

Hukuk değil de algı üzerinden başlatılan yargılamada, 283 gündür özgürlüğü elinden alınmış, düşünceleri yargılanan birisi olarak karşınızdayım.

Devleti çeteden ayıran en önemli özellik evrensel hukuk kurallarına ve kendi çıkardığı yasalara uyma özen ve titizliğidir.

Devletin yaptırım gücü, hukuksal mevzuattan koptuğu an orman yasaları devreye girer. Devleti ele geçirdiğini sanan güç, istediğine istediğini yapmaya başlar.

Hukuk buharlaşır.

15 Temmuz vahşi ve kanlı darbe girişimi ertesinde, bu kanlı vahşetin fiili sorumlularının cezalandırılması beklenirken, devletin yaptırım gücü ile hukuk arasındaki bağın koptuğunu gördük.

Siyasetin “Allah’ın lütfu” olarak nitelediği bu yeni dönem, “hoşa gitmeyen” tüm seslerin ve kişilerin susturulması ve cezalandırılmasına yöneldi.

Ben de bu cezalandırılmak istenenlerden birisiyim.

Çok uzun bir bayram öncesi, suç olmayan bir uydurma suçlamayla gözaltına alınmamdan, çok kullanışlı formül olan “örgüte üye olmamakla birlikte” bu örgüte yardımcı olduğum noktasına gerileyen iddiaya rağmen tutukluluğum aynı matbu ret kâğıtları ile devam etti.

Suçlama hafifledi, tutukluluk ve istenen ceza arttı.

Bir yandan da 10 satırlık “hukuk ve demokrasi” hatırlatmasından dolayı kanıtsız, delilsiz , hukuksuz suçlamalar ve  hakimliklerin buna itiraz etmeden, suç olmayan bir suçlamayı kabul etmesine, yarın bir skandal olarak yargı tarihine bırakılacak bir hüküm paragrafıyla tutuklanmama, devamında hiç bir somut ve kanıta dayanmayan algı ve niyet okuma ile müebbet hapis cezasına çarptırılmak istenmeme ve hukuki tüm itirazlarımın okunmadan ret edilmesine  kadar ürkütücü bir sürecin mağduruyum.

“İslamcı terör örgütü üyesi” olmakla tutuklanıp daha sonra malum bir genişlik ve rahatlıkla suçlanarak, derhal bırakılmamı engelleyecek şark usulü bir kurnazlıkla algı operasyonundan medet umuldu.

“Evrensel düzeyde’’ olma çabasındaki bir “yazarlık gayreti’’ ve ‘‘çaycı markası’’ gibi sadece yerel olmayan bir “akademisyenlik” için en önemli özellik “itiraz kültürü” ile yıkanmış olmasıdır.

Bu yazarlar ve akademisyenler için “biat kültürü” ya da “emir-komuta” içinde yer alma söz konusu olamaz.

Tek pusulaları kendi doğru bildikleri gerçeklerdir.

Gerçekleri arama uğraşısıdır.

İddia makamının, yazarlık ya da akademisyenlik konusunda bilgisi ve birikimi nedir bilemiyorum ama bunları ilk imzasını 49 yıl önce gören, 40’a yakın kitabı olan bir yazar, 31 yıllık bir akademisyen, 24 yıllık bir profesör olarak söylüyorum.

Keşke iddianame öncesi, iddia sahibi biraz da o çabalara bir göz atsa, hukuksal hiç bir zemini olmayan şaşırtıcı yakıştırmalara kalkışmasaydı.

Maalesef hukukun öldüğü, algı operasyonu üzerinden yargılama yapıldığı, ‘medya yargıçlığının’ revaçta olduğu, bir askeri darbe dönemlerinde bile rastlamadığım bir utanç dönemi yaşıyoruz.

Dün ‘’askeri vesayet’’ andıçlamıştı, bu gün aynısını ‘’siyasi vesayet’’ yapıyor.

Jean-Jacques Rousseau 1763 yılında yazdığı ‘‘Toplum Sözleşmesi’’ isimli eserinde şöyle der;

“Dağılma önce hükümetin yasalara göre yönetmemeye başlaması ve devlet gücünü zorla ele geçirmesi ile olur.

O zaman önemli bir değişiklik meydana gelir.

Hükümet değil devletin kendisi sıkışıp daralır.

Yani büyük devlet eriyip gider ve onun içinde yalnız hükümet üyelerinin kurduğu bir başka devlet ortaya çıkar demek istiyorum.

Bu da halkın geri kalanı için efendiden, zorbadan başka bir şey değildir”. (T.İş Bankası Yayınları say.83)

Rousseau 254 yıl önce yazdıklarını bugün televizyonda söylese hiç kuşkusuz ‘‘darbeyi biliyordu, subliminal mesajları veriyor, darbeye zemin hazırlıyor’’ yakıştırması ile göz altına alınırdı. Ardından 3 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası talebiyle Silivri zindanlarına atılırdı.

Rousseau’nun temellerini attığı hukuk bilinci ile benim de söylediklerim; anayasal düzen yürürlükte iken ‘‘parlamenter rejimi bekleme odasına alan’’, ‘‘fiili durum var’’ diyenlere karşı Rousseau’nun ikazlarını tekrarlamaktan ibarettir.

Tabi ki FETÖ’cü bir darbeden haberdar değildim ama hukuk devletinin ne olup olmadığını gayet iyi biliyorum.

“Demokrasinin katledilişine’’ alkış tutmadığım için burada olduğumun bilincindeyim.

2 yıl içinde yapılacak genel seçim sonuçları ve o zamana kadarki olabilecek siyasal ve hukuksal gelişmeleri tartışan bir programdan başka türlü nasıl 3 müebbetlik hapis cezası çıkarmak gibi bir sihirbazlık söz konusu olabilirdi?

Gözaltına alınmamdan bugüne kadar ki yaşadıklarım düpedüz ‘‘hürriyeti tahdit’’ eylemidir.

TCK’nun 77. maddesinde tanımlanan bir suçun mağduru olmaya devam ediyorum.

Türk Ceza Kanunu değiştiğinde delilden sanığa gidileceği için çok sevinmiştim.

Ama bu gün görüyorum ki, “hoşlanılmayan demokratlar”, “eleştiri yapan özgürlükçüler”, “askeri vesayete herkesten çok karşı çıkanlar”, “ 28 Şubat gibi post modern darbelere herkesten fazla karşı çıkanlar” zorla susturuluyor.

Önce gözaltı, sonra tutukluluk...

Ardından da ‘acaba bir şey bulabilir miyiz’ arantı ve çabasına girme saçmalığı.

Yaşanan budur.

Suçsuz olunca da hukuksuz iddialar, algı üzerinden delil yaratma gariplikleri.

Bu iddianameye savunma hazırlarken beni en çok bunaltan ‘suç niteliğinde olmayan iddiaların suç olmadığını’, ‘delil sayılmayanın delil olamayacağını’ anlatmak gibi akıl dışı bir konuda savunmak yapmak oldu.

Gözaltına alındıktan 7 ay sonrasında içeriği bir başka iddianamenin kopyalanması ile 247 sayfaya ulaşan ancak hakkımda sadece iki sayfası ilgili kılınan iddianame, az evvel söylediğim gibi mahkemeniz huzuruna çıktığım 283. günde devam eden hürriyeti tahdit eyleminin açık ve kesin delilidir.

Geride kalan 282 gün Anayasa’dan, Türk Ceza Yasasından dem vurmanın manasızlığını da anlamsızlığını da bana fazlasıyla kanıtladı. Ancak böylesi bir dönemin sanığı yapılmış bir kişi olarak mağduriyetleri ve bu günlerin zulmünü, hukukun geri geleceği günler için şimdiden not düşmek gerektiğine inanıyorum.

Bunun durup dururken oluşmadığını, biri tutukluluğumun başında, diğeri ise mahkemeye çıkmadan önce olmak üzere iki örnekle ifade etmek istiyorum.

“15 Temmuz kanlı ve vahşi darbe” girişiminden yaklaşık 2 ay sonra, çok uzun sürecek bir bayram öncesi, bir Cumartesi sabahı haftalık televizyon programında paylaştığım düşüncelerimden dolayı ‘‘darbe çağrışımlı subliminal mesaj vermek’’ suçlamasıyla gözaltına alındım.

Malumunuz üzere gerek Anayasa’nın 38. maddesi gerek TCK’nın 2.maddesi gereği böyle bir suç ve suçlama olamaz.

Diğer yandan TV programında ‘‘darbe çağrışımlı subliminal mesaj’’ da yoktu ama “olmayan bir mesaj gibi olmayan ve işlenemez bir suç” nedeniyle gözaltına alınmış oldum.

Normalde bir hukuksal vahameti gene hukuk çözer sanıyorsanız bu büyük bir yanılgı.

Çünkü Savcılığın talebini Sulh Ceza Hâkimliği bir noter soğukkanlılığı ile onaylamıştı.

9 ay boyunca peşi sıra sıralanmış Sulh Ceza Hakimliği 20’ye yakın tutukluluk itirazını, onca belge onca kanıta hiç mi hiç aldırmadan muhtemelen hiç okumadan ve incelemeden matbu gerekçelerle ret etti;

‘‘...atılı suçun vasfı ve mahiyeti, kuvvetli suç şüphesi’’ kalıbı benim zihnimin ezber bölümünde yer etti.

Hürriyetimin bu kadar büyük aldırmazlık içinde engellenmesi bir rutin haline döndü.

Ama hala mahkemeleri hakimlikten daha farklı yere koyma eğilimindeydim. Sonuncu tutukluluğa itirazımı reddeden Ağır Ceza Mahkemesinin gerekçesini görünceye kadar.

Gerekçe ‘‘delillerin toplanmamış olması’’...

9 ay boyunca hazırlanamayan iddianamede toplanamayan deliller nihayet toplanmıştı oysa;

2 yazım ve bir 1 TV konuşmam.

Anladım ki ortalıkta adaletin yerini almış olan korkutucu ve bir o kadar da ürkütücü bir başka refleks var.

Şayet bana yönelik iddianameye kırıntı düzeyinde bir ilgi gösterilmiş olsaydı, önemsenmesi gereken bir hukuksal gelişmeden de haberdar olunurdu.

12 gün boyunca Emniyette gözaltı evresi, polis sorgusu ve hemen ardından daha sonra tamamen şekli olduğunu kavradığım savcı sorgusuna, sonrasında da sabaha karşı Sulh Ceza Hakimliğine sevk edildim.

400 küsur davadan geçmiş bir ailenin ferdi olarak, hiç görmediğim, duymadığım, rastlamadığım bir siyasal söylemle oluşturulan hukuk gerekçesiyle ve “örgüt üyesi olduğum” iddiası ile tutuklandım.

9 aylık süreç sonunda, sosyal yaşantım nedeniyle, “İslamcı bir örgüt üyesi olamayacağım” noktasına geldi.

İddianameye göre İslamcılıkla alakam yok ama gene aynı iddianameyle “teokratik bir devlet kurmak” için “kanlı ve vahşi bir darbe girişimine” zemin hazırlamak gayreti içinde olmakla suçlanıyorum.

Yıllarca Siyasal İslam’a ağır eleştiri getiren pek çok yazım varken üstelik.

Değişik yıllarda yazdığım, bazı yazılarımdan cümleleri okumak isterim;

‘Türkiye, siyasal İslamcı faşizmin ne olduğunu da görmüş bulunmakta…’

‘’Türkiye, bir şekilde cami ve kışla üzerinden siyasetin sonuna geldi. Bundan sonra ne asker üzerinden, ne de siyasal İslam üzerinden siyaset olur’’.

 ‘‘Siyasal İslam’ın en çok mağdur ettiği kitle kent dindarlarıdır’’

 ‘‘Siyasal İslam, Kültürel İslam’ın önündeki en büyük engel haline geldi’’ 

“Şöyle söyleyeyim; siyasal İslam’ın bir rezillik olduğu anlaşıldı...”

“Türkiye askerî vesayeti aşmak zorundaydı. Siyasal İslam korkusuyla hep aynı askerî vesayetin içinde taşlaşıp kalmaktansa, o vesayeti temizleyip sonra Siyasal İslam’la hesaplaşmak, Türkiye’yi demokrasiye bütün bu aksaklıkları aşarak taşımak evladır. ..”

Bana yapılan bu yakıştırmalar mantık ve tutarlılık açısından çok sorunlu durmuyor mu?

İddia, TCK’da suç tanımı olmayan suçlama ve delil bağlantısı yokluğu izahına geçmeden önce bildirmek isterim ki; ben siyasetçi, bürokrat ya da asker değilim.

Hakkımda birlikte dava açılanlardan Ahmet Altan abimdir, Nazlı Ilıcak uzun yıllardır tanıdığım arkadaşımdır, diğerleri ile bir ilişkim yoktur.

30 yılı aşan akademisyenlik hayatımda 49 yıllık imza ve 40’ı aşkın kitabın yazarıyım.

Darbenin medya ayağı iddiasına karşı, 2012 yılından itibaren de hiçbir gazetede yazmadığımın altını çizmek isterim.

Akıl dışı suçlamanın hareket noktası  “üyesi” olmadığım bir İslamcı terör örgütü ile hiçbir muvazzaf asker tanımadan darbe girişiminde rol oynayan kimseyi bilmeden “darbeden önceden haberdar olduğum” iddiasıdır.

Askeri ya da sivil her türlü vesayete karşı mücadelem, demokrasi ve hukuk yolundaki duruşum, toplumun gözü önünde saptanan kimliğim, kişiliğim,  yıllardır yazdığım yazılar, kitaplarım kayıtlara geçen konuşmalarım belli iken neden, nasıl, niçin darbeyi önceden bileyim, darbeyi neden destekleyeyim?

Neden İslamcı gruplar ile işbirliği yapmış olayım?

Hangi amaç, hangi beklenti uğruna?

İddianamede bunu izah eder bırakın delili mantıklı bir gerekçe yok, olamaz da zaten…

Ama görüyorum ki böylesi bir iddianame ve böylesi bir suçlama için kanıta, delile ve elbet hukuka hiç ihtiyaç yok.

İlk aşamada örgüt üyesi olmakla suçlanırken, iddianamede örgüt üyesi olmaktan çıkmak bile “kuvvetli suç şüphesi oluşturan somut delil mevcudiyeti” iddiasını kendiliğinden ortadan kaldırıyor oysa.

Ne yazık ki bu gariplikler nedeniyle 283 gündür tutukluyum ve daha da garibi 3 kez müebbet hapis cezası ile cezalandırılmam istenmektedir.

Şiddet içermeyen, cebir unsuru olmayan ifade özgürlüğü bir suça konu edilebilir mi?

 Edilemez.

Nimet Çubukçu'nun başkanlığında darbeler komisyonuna resmî kabulle övgülerle çağrıldım. Şimdi ne oldu da darbeci oldum. Siyaseti bu yüzden sevmiyorum ben

Ama ülke normale ve hukuka geri döndüğünde bir utanç olarak anımsanacak bu çok özel dönemin, hukuk dışına fazlasıyla taşmış şartlarında, algı operasyonlarıyla “İslamcı terör örgütü” ile irtibatlı darbecilik suçlaması gibi skandal bir zulmün konusu edilebilir anlaşılan.

 TCK’da suç tarifi olarak yer almayan “darbeyi önceden bildiğim” gibi iddia makamının hukuki değil şahsi görüşünden hareket ile, kendince niyet okumaya yönelik sözde iddiaları tek tek mercek altına almak isterim.

Ancak bilinmeli ki üzerime atılı suç özelliği olmayan tariflere karşı suçsuz olduğum yolunda savunma yapmak zorundayım.

Yasalar gereği üzerime atılı eylemin sabit kabul edilmesi için kanunun suç kabul ettiği bir eylemin ispat bulması gerekmektedir. Buna karşın benim suçsuzluğumu ispat gayretinde olmam, birey olarak her türlü hukuk güvenliğinden mahrum bırakıldığımın en somut ispatıdır.

İddianamenin bana yönelik çıkış noktası; “darbeyi önceden bildiğim”.

Darbeyi önceden biliyorum, çünkü TV programında darbe olacağına dair subliminal mesaj veriyorum, demek ki darbeciler ile görüşüyorum ki onlar bana darbe yapacaklarını söylüyorlar. Yoksa darbe olabileceğini bir insan nasıl söyler?

Darbe olacağını söylemiş miyim, hayır.

Benim darbeci olduğuma dair bu kocaman kocaman cüsseli iddialar sadece bir görüş.

İddianameyi hazırlayan Savcılığın görüşü.  

Ama kanıttan, hukuki dayanaktan yoksun olduğu için de büyük cüssesine rağmen içi boş, içi boş olduğu için de cılız düşen ve çöken bir görüş.

Yüzlerce sayfada benimle hiç ilgisiz konuların yazılı olduğu iddianameye dâhil olmamım hareket noktası, benimle ilgili kısmı sadece bu görüşten ibaret.  

Sayın Mahkeme Heyeti;

Bir TV programındaki bir paragraf anlatımıma göre ben darbeyi önceden biliyorum ve 3 kez müebbet hapis cezası ve ilaveten de 15 yıl hapsim isteniyor.

Bu TV programı her hafta Perşembe günleri yapılan ve tüm haftanın gelişmelerinin yorumlandığı bir programdır.

Program iddia edildiği üzere kasıtlı olarak “darbeden bir gün önce” yapılmamıştır, her hafta olduğu gibi Perşembe günü, normal gününde ve normal saatinde yapılmıştır, o hafta Perşembe günü 14 Temmuz’a tesadüf ettiği için program o Perşembe günü her zamanki saatinde yapılıyor.

Can Erzincan TV, programının yapıldığı gün de her zaman olduğu gibi devlet denetimindeki TURKSAT’tan yayın yapmıştır, ayrıca D Smart 220 kanalından abonelerine de ulaşmaktadır. Özetle resmi, yasal, meşru bir kanaldır.

Programın konukları ise hep liberal, demokrat ağırlıklı olmuş; büyükelçiler, profesörler çoğunlukla tercih edilmiştir.

14 Temmuz günü her Perşembe olduğu gibi haftanın öne çıkan konuları seçiliyor ve tartışılıyor.

Haftanın gelişmelerinden olan EMASYA, Mayıs ayından itibaren devam eden süreçte MHP Kongresi ve Meral Akşener’in MHP’nin başına geçme ihtimali,  konuk Ahmet Altan’ın da yargılanacağı yakında duruşması olan davası ve konuğun yeni yayınlanmış olan “Ölmek Kolaydır Sevmekten” isimli romanı seçilmiştir. Romana ve içeriğinde yer alan tarihsel olaylara daha geniş yer verilmiştir.

Program konuklarının ve program içeriğinin, program konuşmalarının bu bağlamdan kopartılarak;

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti yetkilileri hakkında tehdit ve hakaretvari söylemlerde bulunularak, yaptıkları iş ve işlemlerin hukuka aykırı olduğu, suç İşledikleri, askeri darbeye zemin hazırladıkları, ülkemizde gerçekleşmiş askeri darbelerin önünü açan gelişmeler her ne ise, Sayın Cumhurbaşkanı’nın günümüzde aynı kararlan vererek o yollan teker teker açtığı, kısa bir süre içerisinde ülke yönetiminden gideceği ve yargılanacaklarının defalarca dile getirildiği, bu söylemler kapsamında darbenin gerçekleşeceğini beyan ettikleri, darbe girişimini terör Örgütünce fikir ve eylem birliği içerisinde olmadan bilmelerinin ve bunu bir gün önce kamuoyu algısını şekillendirecek biçimde beyan etmelerinin mümkün olamayacağı, amaçlarının gerçekleşecek darbe girişimini meşrulaştırmak olduğu” iddiası...  

Aynen “darbeyi önceden bildiğimiz” iddiası bir niyet okuma, o niyeti de yanlış okuma çabası olarak karşımıza çıkıyor.

EMASYA, bilindiği gibi askeri otoritenin, sivil otoriteden bağımsız ve emir almadan, “kriz” tespiti halinde harekete geçmesine olanak veren bir uygulamanın adıdır.

Siyasal iktidar tarafından, askeri yetkililerin doğrudan yargılanmasını engelleyen, bunu sivil otoritenin iznine bağlayan bir uygulamaya da imza attığı için tartışılan konu olarak seçtik.

Programda da Siyasal iktidarın, Emasya’yı yürürlüğe sokması, askeri bürokrasiye dokunulmazlık zırhı getirilmesi ve teamüller dışına çıkan zorlama yasalarla darbecilerin terfisine yol vermesinin ne denli tehlikeli olduğunu tarihsel bir perspektif içinde anlatıyor, uyarı ve eleştirilerimizi yapıyoruz.

Uyarı ve eleştiri yapan darbeci olur mu?

Uyarı ile darbeye zemin mi hazırlanır?

Nitekim Ankara Cumhuriyet Savcılığının FETÖ iddianamesinde, darbeci askerlerin geleneksel terfi süreci dışına taşınarak hızlıca terfi almalarını sağlayan bir yasanın 37 iktidar milletvekillerinin önerisiyle gerçekleştiği belgelenmiştir.

TV programında vurgulanan tam da budur.

Bunun demokrasi açısından büyük bir tehlike olduğu, seçilmiş iktidarın denetimi ve onayı olmadan, askeri bürokrasinin harekete geçebilmesine olanak veren bir uygulamanın Türkiye’nin geçmişinde yaşanan gayrı meşru askeri girişimlere yol açabileceğine dikkat çekiliyor, siyasal iktidar uyarılıyor ve bu uyarılar üzerinden eleştiriliyor.

Örneğin programda;

Ahmet Altan; ‘‘sivil siyasetçiler askerle oyun oynamaya başladıkları zaman darbenin önünü açarlar.’’ Diyor.

Ben de örneklemek adına;

-‘İyi Mursi Sisiyle oynadı’ diyorum.

Çünkü Sisi’nin eşi başörtülü idi ve Mursi bundan medet umarak orduya siyaset soktu. Sisi’yi göreve getirdi, Sisi Mursi’yi devirdi.

Konuşmanın bu bölümünde, sürekli olarak darbeye yol açabilecek hatalara düşülmemesi isteniyor.

Bu içeriği uyarı olan, geçmiş tecrübelerin paylaşıldığı anlatımdan, iddianamede garip bir şekilde kanıtsız, olgusuz, mesnetsiz tam bir algı ve propaganda amacıyla başlangıç noktası olarak gösterilen “darbe girişimini önceden bilmek” gibi bir çıkarımda bulunmak farklı bir maharet ürünü olsa gerek.

Meşru, yasal, demokratik ve hukuka dayalı bir anlayış ve zihniyet zorunluluğu her aşamada ve fırsatta vurgulanıyor olmasına karşın üstelik.

2 yıl sonra seçim olacağı, iktidar oylarının düştüğü, seçimi kazanamayabileceği, seçim yılına kadar da parlamentodaki bir meşru gelişmenin siyasal tabloyu değiştireceğini konuşuyoruz.

Örneğin;

Bu kısımda Ahmet Altan, ‘’Seçim geliyor, iki sene sonra seçimde ne olacağını kimse bilemez’’diyor.

Ben de yasamada meşru bir gelişme olabileceği ihtimaline ve  yapılacak MHP kongresine göre ;

-‘’Hayır iki seneye kadar da ne olacağı belli değil bu ülkede’’diyorum.

Bu görüşe cevaben de Ahmet Altan; ‘‘elli tane AKP’li milletvekili biz AKŞENER’Ie parti kuruyoruz dese, ayrılsa, bütün sistem sarsılıyor’’ cevabını veriyor.

Darbe olacağını önceden bilen biri, 2 yıl sonraki seçimden ve o zamana kadar parlamento çatısı altında olabilecek muhtemel meşru gelişmelerden söz eder mi?

Baktığınız vakit aslında o günden bu güne, programdaki konuşulanlar parantezindeki gelişmeleri yaşadı Türkiye.

AKP ile MHP referandum öncesi birlikte hareket etme kararı aldılar. Ancak çıkan sonuç bu iki parti tabanının birlikte hareket etmediğini göstermedi mi? Hedeflenen hesap ile ortaya çıkan netice birbirini tutmadı değil mi?

Nitekim 15 Temmuz Darbesine giden yol, tam da bu uyarılara kulak asılmayan bir süreçte gerçekleşti.

Bir parça geriye gidelim;

Cumhurbaşkanı Erdoğan Mart 2015’de toplu açılış konuşmasında; "herkesin farklı zamanlarda başlattığı parlamenter sistem, 10 Ağustos'ta bir daha geri dönüş olmamak üzere milletimiz tarafından bekleme odasına alındı" dedi.

(Bu konuşma sonrası Avukat Prof. Dr. Hüseyin Durdu’nun Denizli Cumhuriyet Savcılığı'na TCK 309 ve 311. maddelerine aykırılıktan suç duyurusunda bulunduğunu okumuş idim.)

Cumhurbaşkanı Erdoğan Ağustos 2015’te yaptığı bir başka konuşmada; ‘’İster kabul edilsin, ister edilmesin. Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken bu fiili durumun hukuksal çerçevesinin anayasal anlamda kesinleştirilmesidir’’

Başbakan Binali Yıldırım Haziran 2016’da yaptığı açıklamada; ‘’Başkanlık fiilen uygulanıyor. Ortada bu gerçek varken anayasa filli durumla aynı hale getirilmeli’’

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ 13 Ekim 2016 tarihinde “Uluslararası İstanbul Hukuk Kongresinde” yaptığı konuşmada; ‘’Türkiye’de fiili başkanlık var” dediler.

Anayasa değişmeden “fiili başkanlık” uygulaması olduğu Cumhurbaşkanı, Başbakan, Adalet Bakanı tarafından ifşa ediliyor.

Bunun anayasal düzen açısından doğuracağı mahsur ve çalkantıları hatırlatmak “darbecilik” mi dir?

Yoksa “anayasal düzeni, hukukun üstünlüğünü savunmak siyasal iktidarın suç işleme özgürlüğünün olamayacağını hatırlatıp gayrı meşru gelişmelere karşı uyarı” yapmak mıdır?

Anladığım kadarı ile iddianameye göre hukuku ve meşru düzeni, Anayasanın hükümlerini hatırlatmak ve savunmak suç sayılıyor.

Size bu noktada konuşmamın başında değindiğim Jean-Jacques Rousseau’yu tekrar hatırlatmak isterim; ‘‘dağılma önce hükümetin devleti yasalara göre yönetmemeye başlaması ile olur’’.

Geçmişi hatırlatmaya devam edelim;

MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın ise, "Fiili durum devam ederse yeni bir darbe ile de karşılaşabiliriz" uyarısında bulundu.

Nihayetinde 15.10.2016 tarihinde MHP Genel Başkanı Bahçeli “fiili durum devam ederse Türkiye kriz ve kaos ortamınasürüklenir” dedi.

AKP Başbakan Yardımcısı Türkeş de Ocak 2017’de ‘’Fiili durumu hukuki çerçeve yerleştiriyoruz sözleri tuzaktır. Açık ve net söylüyorum. Ne siz söyleyin ne de kimseye söyletin . Bu lafı savunursanız zımnen siz mevcut Cumhurbaşkanının yetkisini aştığını ve suç işlediğini kabul etmiş olursunuz’’ uyarısını yaptı.

Türkiye’de anayasa aykırılık teşkil eden fiili başkanlıktan ötürü “fiili durumdan hareket ile kriz ve kaos ve darbe endişesi”ni gidermek adına anayasa değişikliğine gidildi.

16 Nisan 2017 tarihinde yapılacak referandum yolculuğuna başlandı ve fiili başkanlığa son verildi.

ÇOK OKUNANLAR
Yorumlar