KİTAPLIK

Medya pornografik röntgenciliğe özendiriyor

Yasemin İnceoğlu: “Medyada ırkçılık, ‘öteki’ni hedef gösterme en önemli sorunlardan biri. ”

Medya pornografik röntgenciliğe özendiriyor

Gerçek şu ki listelemek günler sürer. Ermeni, Rum, Kürt, Yahudi, Arap, Roman, Alevi, Hıristiyan, LGBTİ birey, sosyalist, komünist, anarşist ve nicesi... Türkiye’de Türk ve Sünni çoğunluğun dışındaki birçok etnik topluluk, inanç ve düşünce topluluğundan olmak demek ne yazık ki “öteki” olmak demek.

Peki “öteki” tam olarak kimdir ve medyayla nasıl bir ilişkisi vardır? Yıllardır nefret söylemi ve nefret suçları üzerine çalışan Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu ile alternatif/radikal medya, barış medyası ve toplumsal hareketlere odaklanan araştırmacı yazar Doç. Dr. Savaş Çoban’ın birlikte derledikleri Azınlık, Ötekiler ve Medya adlı kitap bu soruya yanıt arıyor. Buluyor da... Önsözünü Gündüz Vassaf’ın yazdığı, Hasan Cemal, Karin Karakaşlı, Hüseyin Aykol, Tanıl Bora, Yetvart Danzikyan gibi on dört gazeteci-yazarın medyanın ideolojik bir aygıt olarak nasıl kullanıldığını incelediği kitap, Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı.

Radikal'de İpek İzci Yasemin İnceoğlu ile kitabı hakkında konuştu:

Azınlıklar, Ötekiler ve Medya kitabınız hangi ihtiyaçtan doğdu?
Türkiye’de Türk ve Sünni çoğunluğun dışındakiler “öteki”leştirmiş vaziyette ve tehdit olarak görülüyor. Bu “tehdit” unsurları da bazı dönemlerde hedef haline getirildi ve kanlı olaylar yaşandı.

Mesela Hrant Dink…
Evet, Hrant Dink’in öldürülmesi, “medya” ve bazı odaklar tarafından hedef gösterilen “öteki” gazetecinin, devletin içinde bulunduğu bir örgütlenme tarafından bertaraf edilmesidir ve bu topraklarda ötekinin başına gelebilecek normal bir olaydır, ne yazık ki. Medya açısından da ırkçılık, ötekini hedef gösterme ya da yok sayma en önemli sorunlardan biri. Bu anlamda medyanın azınlıklara ve ötekilere karşı tutumunu sorgulamak ve bunu kamuoyu ve ilgilenenlerle paylaşmak için böyle bir çalışma yaptık.

Türk ve Sünni çoğunluğun yanındaki azınlıklara kadınlar da eklenebilir mi? Bir adam bir kadını öldürünce, o kadının cinayeti teşvik edip etmediği de haberin içinde mutlaka yer alıyor çünkü. Bu tutumu da nefret söylemi olarak alabilir miyiz?
Tabii ki alabiliriz, kadına yönelik nefret söylemi çok sık rastlanan bir şey. Özellikle de medya aracılığıyla kadın cinayetlerini veya kadına yönelik şiddeti meşrulaştıran, olumlayan ve hatta haklılaştıran dilin kullanılması oldukça sorunlu. Kadınlar toplumumuzda son derece kırılgan ve korumasız bir kesim. Bu söylemle medya âdeta öldürülmüş veya tecavüze edilmiş bir kadını bir kez de kendi öldürüyor ve tecavüz etmiş oluyor.

Ayrıca medya, kadın cinayet haberlerini magazinleştirirken, suçluyu ya da suçu değil, daha çok suça maruz kalan kadını cinsiyetçi önyargılarla yargılıyor. Bunu da ahlak ağırlıklı kodları ön plana çıkararak yapıyor. Tecavüze uğrayan kadın dulsa, “Dul kadın tecavüze uğradı” türünden bir başlık atılabiliyor kolaylıkla. Kadın gözü bantlanarak veya magazinleştirilerek verilse bile kimi zaman çalıştığı yer, ev adresi deşifre ediliyor. Pornografik röntgenciliğe özendirici bir biçimde habercilik yapılıyor çünkü.

Peki, nefret söylemiyle nefret suçu nerede ayrışır? Söylemin suça dönüştüğü aşama nedir?
Haklısınız, bu gerçekten karmaşık bir durum, özellikle de nefret söylemi tartışmalı bir kavram halen günümüzde.

Ayrımına geçmeden… Neden tartışmalı?
Tartışmalı çünkü nefret söyleminin olduğu iddia edilen yerde ifade özgürlüğüyle kişinin ayrımcılığa maruz kalmama hakkı arasında bir çatışma ortaya çıkıyor ve bu noktada da insan haklarıyla uyum içinde bu çatışmanın giderilmesi yönünde bir çözüm bulunması gerekiyor. Sorunuza dönersek… Bir suçun nefret suçu olabilmesi için ceza kanununda yer alan bir suçu oluşturması ve de önyargı ve nefret saikiyle işlenmiş olması gerekir. Bir kişiye, bir gruba değil bir mal veya mülke zarar vermek de nefret suçuna girer; gasp, yaralama, cinayet, kundaklama, aklınıza gelebilecek bütün şiddete dayalı eylemler de... Mesela bir cemevine veya sinagoga gittiniz diye, yani o gruba aidiyetiniz, o gruba ait karakteristik özellikleriniz yüzünden size karşı bir suç işleniyorsa, bunu nefret suçu olarak tanımlamak mümkün. Ogün Samast’ı hatırlayın… Hrant Dink’i vurduktan sonra “Bir Ermeni’yi öldürdüm” dedi. Orada tamamen kastını deşifre ediyor. ABD’de polisler suç mahalline ilk gittiğinde, suçlunun suçunu ifa ederken, öncesinde, suç işleme esnasında ve sonrasında, sarf ettiği sözleri veya suç mahalline bıraktığı bir sembolü- örneğin gamalı haç vs.- raporluyor. Tespit için en önemli unsur da bu.

Bizde neden yok bu uygulama?
Türkiye, şimdiye kadar islamofobik temelli nefret suçlarına değil, aksine gayrimüslimlere karşı işlenen nefret suçlarına tanıklık etti. Nefret saikiyle işlenmiş suçlar sıradan suçlar gibi cezalandırılmaya devam edildikçe bu suçları önlemek olanaksızlaşıyor. Diğer yandan da yasal düzenleme olmadığı ve nefret suçları yasada tanımlanmadığı için vakalarla ilgili veri de toplanamıyor. 70 küsur STK’nın bir araya gelip oluşturduğu Nefret Suçları Yasa Kampanya Platformu’nun Nefret Suçları Yasa Tasarısı son derece kapsayıcıydı ama Demokratikleşme Paketi’nde yer alan nefret suçları ve ayrımcılığı düzenleyen maddede bu yok. Hatta uyruk, etnik kimlik ve cinsel yönelim gibi unsurlar da yer almıyor, ne yazık ki. 

İfade özgürlüğünden bahsetmişken, kitapta, nefret söyleminin yasalarla düzenlenmemesi gerektiğini, bu tarz bir düzenlemenin ifade özgürlüğünü kısıtlayacağını ifade ediyorsunuz.
Evet, nefret söylemiyle hedef alınan gruplara “Toplumda size yer yok” mesajı verilir, grup üyeleri pasifleştirilir, sessizleştirilir. Ve bu durum kaçınılmaz olarak demokratik düzeni yıpratır, zira insanın en temel hakkı olan “yaşama ve katılım hakkı” ihlal edilmiş olur. Kendini her zaman kin ve öfke dolu ifadelerle ortaya koymadığı ve hatta zaman zaman gayet normal ve mantıklı göründüğü için nefret söylemini teşhis etmek kolay olmayabilir.

Bu durumda teşhisi koymak için ne yapmalı?
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, devletlere, ulusal yasalar çıkarmak için ortak ölçütler belirlemesini öneriyor ve nefret söyleminin sahibiyle bunu yayımlayan medyayı birbirinden net olarak ayırt etmesini tavsiye ediyor. Diğer yandan Komite, nefret söyleminin medya aracılığıyla yayılmasının daha zararlı olacağını söylüyor. Nefret söyleminin, nefret suçuna giden süreçte tetikleyici görev üstlenmesi gerçeğinden yola çıkarak, “Her nefret söylemi nefret suçu ile neticelenir” sonucuna ulaşmak ve çare olarak da nefret söyleminin yasalarla düzenlenmesi gerektiğini vurgulamak son derece yanlış olur. Çoğu zaman bumerang etkisi yaratabilen 216. maddenin kalkması gerektiği ifade edilirken, ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı bir başka yasa arayışına girmek ülkemizde zaten zayıf bir karneye sahip olan basın özgürlüğüne büyük tehdit oluşturur. 

Haziran ayında Bezm-i Âlem Valide Sultan Camii’de içki içildiği iddiasında bulunulmuştu. Daha sonra içki içildiği iddia edilen gencin elindekinin kola kutusu olduğu anlaşılmış ve bira kutularının sonradan konduğu konuşulmuştu. O genç ise çıkan haberlerden sonra ailesinin ve kendisinin baskı gördüğünü söylemişti. Bütün bunların akabinde Gezi iddianamesinde, camide içki içildiğine dair bir ifade yer almadı. Ancak bu vaka, önce hükümetin, ardından medyanın hedef gösterdiği Hrant Dink’in katlini; ayrıca Yeni Akit’in Danıştay saldırısına sebebiyet veren “İşte o üyeler” manşetini getiriyor akla. Devletin ve toplumun içine yerleşmiş olan bu linç kültürünü medyadan kazımak günün birinde mümkün olur mu sizce?
Tabii ki mümkün ancak bu, zihniyet dönüşümüyle mümkün. Verdiğiniz örneklerde etik kurallar uygulanmadığı gibi, aksine, doğası itibariyle barış mesleği olan gazeteciliğin bunu idrak etme bilincinden yoksun kişilerin kilit noktalarda karar verme sürecinde etkin bulunması gerçeğiyle karşı karşıyayız. Gezi Parkı eylemleri sürecinde bazı gazetelerin kara propaganda ve hatta linç kampanyasına varan yayınlar yaptığı ve hatta bir gazete köşe yazarının Türkiye’nin huzura kavuşması için bazı öğretim üyelerinin adlarını açıkça deşifre ederek, işten atılmaları ve hatta hapse atılmaları gerektiğini söylediği, onları açık hedef gösterdiği de biliniyor. Linç kampanyaları, tetikçilik, kara propaganda, dezenformasyon, mizenformasyon havada uçuştu adeta. Bu tutum, yalnız insanları sessizleştirmek ve yalnızlığa sevk etmekle kalmadı aynı zamanda toplumsal barış ve adaleti de zedeledi. Bu tür haberlerin ve bu hastalıklı kültürün medyadan kazınması için hesap verebilir, şeffaf, sorumlu bir medya ekolojisine ihtiyaç olduğu gibi, yalnız muhabirlerin değil tabandan tavana her kesimin eğitimine ihtiyaç var.

“Etnik köken, din ve coğrafya insanları ötekileştiren nitelikler olsa da, esas olarak alınması gereken neden ekonomiktir” diyorsunuz. Bunu biraz daha açabilir misiniz?
Etnik köken, din ve coğrafya insanları ötekileştiren nitelikler olsa da, esas olarak alınması gereken neden ekonomik. İlkel komünal toplumdan feodal topluma ve bugüne –kapitalizme- “ötekileştirme” ekonomik anlamda oldu. Üretim araçlarını ellerinde bulunduranlar diğerlerini öteki haline getirdi ve onların emeğiyle yaşamlarını sürdürdü. Günümüzde ‘öteki’ kavramı yoksulları, ezilmişleri, toplumun dışlanmış ama o toplumu ayakta tutan değerlere sahip insanları tanımlıyor. Milliyetçiliğin doğuşu nasıl ekonomik anlamda olmuşsa, ‘öteki’ de ekonomik gelişimin bir parçası olarak ortaya çıktı.

Türk medyasıyla Kürt medyası arasındaki söylem farkını nasıl özetlersiniz?
Türk medyası bugüne kadar Kürt sorununu, şiddetle özdeşleştirerek, aslında böyle bir sorun olmadığı, sorunun kaynağının tamamen ekonomik olduğu, bu sorunu dış mihrakların kışkırttığı söylemini her gün yeniden üretti. Medya, temel insani değerleri ve insan haklarını gözeterek yayın yapması gerekirken tüm bunları bir yana bırakıp nefreti, şiddeti ve çatışmayı körükleyen sorumsuzluktan uzak yayınlar yaptı. 

Uludere’de savaş uçaklarının otuz dört sivili bombalayarak öldürmesinin ardından yaşananlarsa medya açısından yüz kızartıcı. Haber sosyal medyada binlerce kişiye ulaşırken ana akım ve yandaş medya olayı saatlerce görmezden geldi. Daha sonrasında yapılan yorumlar ise nefret söyleminin en “iyi” örnekleri oldu.

Kürt medyası Özgür Gündem’le başlayan yayın geleneğinde her zaman hedef oldu. Baskı, sansür, yasaklama, silahlı saldırı ve bombalamalarla susturulmaya çalışıldı. Birçok Kürt gazeteci ve gazete çalışanı saldırılarda hayatını kaybetti. Tüm bu baskılar ve saldırılar karşısında Kürt halkının sesi olmaya çalışan Kürt medyası genel anlamda barış söylemini kullansa da, barıştan söz edilemeyecek durumlarda söylemini sertleştirdi. Ancak genel anlamıyla nefret söylemini kullanmadı.

ÇOK OKUNANLAR