GÜNÜN KÖŞE YAZARI

Günün yazarı Murat Bardakçı

Habertürk yazarı Murat Bardakçı bugün tarihi ve kültürel mekanların korunmasıyla ilgili Resmi Gazete'de çıkan bir ilandan yola çıkarak çok güzel bir konuyu gündeme getirmiş.

Günün yazarı Murat Bardakçı

Tarihi ve kültürel mekanların korunması sosyal medyada aman zaman gündeme gelse de ana akım medyada hakttiği yeri almıyor.

Bu konuda "neler doğru neler yanlış yapıyoruz?" sorusunun cevabı nesiller boyu aktarılacak bir kültürel mirasın geleceğine yöneliktir ve aslında bir millet için hayati önem taşır.

Habertürk yazarı Murat Bardakçı bugün tarihi ve kültürel mekanların korunmasıyla ilgili Resmi Gazete'de çıkan bir ilandan yola çıkarak çok güzel bir konuyu gündeme getirmiş.

Kendisini günün köşe yazarı seçerken yazısını da sizlerle paylaşıyoruz:  

İŞTE MURAT BARDAKÇI'NIN O YAZISI

Gazetecilikte bundan yirmi-otuz sene öncesine kadar devam edegelmiş olan güzel bir âdet vardı: İlân sayfaları en küçük ilâna kadar satır satır ve dikkatle okunurdu, zira bu sayfalardan hemen hergün enteresan bir haber çıkması ihtimali vardı ve hakikaten çıkardı!

Sonra sıra Resmî Gazete’ye gelir, özellikle de arka sayfalardaki mahkeme ilânlarına gözatılırdı. Dikatli bir gazeteci bu ilânlarda neler bulurdu, neler…

Derken zaman geçti, gazeteciler bırakın diğer gazeteleri ve ilân sayfalarını, kendi gazetelerini okumayı bile bir tarafa bıraktılar. Ama eski üslûpla yetişen birkaç arkadaşımla beraber âdetimizi devam ettiriyor ve hâlâ ilân okuyoruz.

Geçen gün internetten Resmî Gazete’ye bakıyordum ve arka sayfalarda “Kültür Varlıklarını Koruma Kurulları”nın kararları ile karşılaştım.

“Karar” başlığı altında yazılanların tamamı yasaklamalardan ibaretti! “Burada bina inşa edemezsin”, “Filânca yer koruma altına alınmıştır”, “Feşmekân mahallin sit alanı olmasına karar verdik” yahut “Koordinatlarını verdiğimiz yerde izin alınmadan değil bina yapmak, nefes bile alınmayacaktır” diyen yasaklar!

Millet olarak tarihî ve kültürel mekânları önemsediğimizi ve koruma hususunda itina sahibi olduğumuzu söyleyemem. Rant merakımız evvelallah ziyadedir, gözümüzü diktiğimiz arazide nelerin  bulunabileceğini, meselâ eski bir tapınak kalıntısı mı yoksa asırlar öncesinden kalma önemli bir yapı ile mi karşılaşabileceğimizi önemsemeden ve mekânın muhafazasının gerekip gerekmediğini düşünmeden inşaat aşkına kazma, balta, grayder vesaire her ne bulursak hemen girişiriz.

Hele, define aşkına kazıp perişan etmeyeceğimiz yer yoktur ve Ömer Erbil’in önceki günkü haberine konu olan Manisa’daki Yunt Dağı’nın zirvesindeki antik zamanlardan kalma Kibele Tapınağı’nın başına gelenler de bunun delilidir.

İFRAT VE TEFRİT DERDİMİZ

Memleketin tarihî ve kültürel mekânlarını korumak maksadıyla kurullar teşkil edilmesinin sebebi işte bu geleneksel gözükaralığımızdır ve tarihî eserlerin korunması, kültürel varlıkların muhafazası yahut sit alanlarının belirlenmesi gibisinden gelecek nesillere güzel bir miras bırakmamızı sağlayacak faaliyetler için bu kurullar elzemdir.

Ama korumacılığın sınırları ne olacak ve muhafaza nereye kadar uzanacak?

Mesele, işte burada! Zira önümüze çıkan tarihî eseri genlerimize kadar işlemiş olan ifrat ve tefrit merakımız yüzünden hâk ile yeksân etmekte nasıl tereddüt göstermiyorsak, kurullar da bunun tam aksini yapmakla, yasak üstüne yasak getirmekle, “Buraya değil inşaat yapmak, çivi bile çakamazsın!” buyurup önüne gelen yeri sit alanı ilân etmekle meşgul.

Diyelim ki, İstanbul’da eski bir mahallenin ücra bir köşesinde çatısı çoktan çökmüş, hattâ duvarı ve kapısı bile kalmamış cenaze hâlinde ahşap bir ev yıkıntısını satın aldınız ve restore etmek yahut yıkıp yerine doğru dürüst bir bina yapmak niyetindesiniz…

Şehrin o bölgesine bakan mâlûm kurullardan izin almadan hiçbir şey yapamazsınız, kurul dosyanızı seneler sonra ele alır ama ihtiyacınız olan izin bir türlü çıkmaz! Genellikle binanın rölövesini çıkartıp tekrar müracaat etmeniz istenir ama rölöve ciddî masraf gerektiren bir iştir, eliniz kolunuz bağlanır, öyle kalakalırsınız! Şayet imkânınız var da rölöveyi çıkarttırabilisreniz dosyanızın kurulun gündemine gelmesini yine uzun müddet beklersiniz ve karşınıza bu defa başka zorluklar çıkartılır, adam etmek istediğiniz bina da o arada zaten ya yanar yahut çöker!

Hele bir inşaata başlayıp da temel kazarken iki-üç mermer ve Allah göstermesin Yunanca yahut Lâtince bir kitabe mi buldunuz? Bittiiii! Jül Sezar’ı bile getirip dil döktürseniz, kuruldan izin alabilmeniz artık mümkün değildir!

ESKİ OLAN HERŞEY KORUNMALI MI?

Resmî Gazete’de yayınlanan kurul kararlarında memleketin dört bir tarafında işte böyle yasak üstüne yasak getirdiği, dönümlerce arazinin “sit alanı”  ilân edildiği görülüyor.

Denetim şarttır ama bu iş bizde artık yönetmelikler ve kurullar vasıtası ile zorluk çıkartıp eziyet çektirme vasıtası hâline gelmiştir! Şehirlerin zarafet sembolü olan yapılar ve Anadolu’da birçok tarihî mekân elden gitmiş ama memlekette “koruma” adına ikrah ettirici bir abartı hâkim olmuştur.

Beyazıt’tan Lâleli’ye giden ana caddenin sol tarafında, yerde dağınık vaziyette duran sütun parçası kırık-dökük mermerler bilmem hiç dikkatinizi çekti mi?

Bu mermerler, Bizans zamanından kalma Zafer Takı’nın kalıntılarıdır! Fatih Sultan Mehmed’in burada inşa ettirdiği Simkeşhâne binası Adnan Menderes’in “İstanbul’un imarı” adı altında şehri harap etme projesinin uygulandığı günlerde yolun genişletilmesi uğruna yerle bir edilmiş ama altından Bizans sütunları çıkınca mekân kıymete binmiş ve daha önce güzelim binanın bulunduğu yere kırık-dökük bu sütunlar yerleştirilmiştir. Şimdi orada bulunan Simkeşhane binası orijinal değildir, 1970’lerin sonunda utanarak Fatih’in eserini takliden inşa ettiğimiz yeni bir yapıdır.

İşte, geçmişteki şehircilik anlayışımızın mükemmel bir örneği! Bugün “Bâde harâbu’l-Basra” misâli, dünya kadar mekânı perişan ettikten sonra bir korumacı kesildik ki, sormayın!

Çok önemli tarihî objelerin bulunduğu Yenikapı gibi yerleri yahut Anadolu’daki kadim medeniyetlerin aynı şekilde kıymetli izlerinin bulunduğu mekânları tabii ki koruyacağız ve korumak zaten vazifemizdir ama İstanbul misâli eski bir yerleşim merkezinin neresi kazılırsa kazılsın mutlaka birşeyler çıkacağının da unutulmaması gerekir.

Mesele birkaç mermer plâka veya lâhit bulunan mekânın tamamının bir taş-toprak yığını hâlinde bırakılması mı, yoksa birinci derecede önemli örneklerin muhafaza edilerek ikinci yahut üçüncü derecede olan ve benzerlerine sık rastlanan yerlerde çıkanların müzelere yahut depolara taşınıp mekânın kullanıma açılması mı gerektiğidir. Türkiye gibi konut ve turistik alan ihtiyacının gittikçe arttığı bir memlekette, özellikle de İstanbul ile Ege taraflarında birinci derecede önem taşımayan kalıntılara “imparatorluk sarayı” muamelesi yapılıp kullanıma kapatılması hem bitmeyen sıkıntılara, hem de bundan sonra ortaya çıkacak tarihî eserlerin üzerine sessizce çimento dökülmesine sebep olur!

Bugünkü korumacılık zihniyetimiz Avrupa’da da hâkim olsa idi, Roma veya Atina gibi tarihî şehirler şimdi sadece perişan harabelerden ibaret bulunurdu…

ÇOK OKUNANLAR
Yorumlar