Yaşam, hayatta kalabilme kabiliyetidir

Sayım Çınar, Mehmet Mollaosmanoğlu’yla gazeteciler.com için özel bir röportaj gerçekleştirdi.

GAZETECİLER.COM - ÖZEL İÇERİK
SAYIM ÇINAR

Daha önce kadim medeniyetler, dinler, reenkarnasyon, kuantum fiziği ve yıldızlardan gelen yaşamlar üstüne yazdığı farklı gerilim-aksiyon türündeki romanlarıyla tanıdığımız Mehmet Mollaosmanoğlu; bu kez okuyucusunu sıra dışı bir anti kahraman, katıksız bir kötü tohum olan kahramanı Talaytay’la tanıştırıp, Talaytaytan boyunca bu soruya farklı perspektiflerden bir cevap arıyor. Tabii her zamanki gibi mistik yollara da girmeyi ihmal etmeden, hikayesinin merkezine Bahailik dinini de yerleştirerek…

Sayım Çınar, Mehmet Mollaosmanoğlu’yla gazeteciler.com için özel bir röportaj gerçekleştirdi.


Ucu Şah dönemi İran sarayı ve Prenses Süreyya’ya uzanan bir roman  yazmak nasıl doğdu?

Başka yazarlarda durum böyle midir bilemiyorum, esasında bende hikâyeler bir küçük kıvılcımla başlar, olasılıklarla şekillenir ve gelişir; her eserimde edebi bir ‘Bing Bang’ yaşıyorum diyebilirim. Hepsi ilgimi çeken bir haberi veya etkisinden kurtulamadığım bir rüyamı kurgulama arzuma bakar. Bazen tek sayfa bazen de iki sayfalık bir ön olay… Sonra olasılıklar girer devreye ve o kısacık olay büyür, büyür… Dolayısıyla Talaytaytan’a başladığımda aklımda ne İran Şahı vardı ne de Prenses Süreyya… ŞÖYLE OLDU: Bir haber sitesinin dünya tarihindeki travmatik olaylar adlı galerisinde 1900 lü yılların başında Londra’da ki bir yangın tatbikatında yakılacak evin içinde oyun oynamaya dalmış dokuz çocuğun, itfaiyenin inanılmaz gafleti sonucu evle beraber yanmaları da yer alıyordu. İlk kıvılcım böyle çaktı beynimde. İstanbul Firuzköy’de bir yangın tatbikatı sahnesi yaratmam çok zor olmadı. Fakat ben yangındaki çocuklardan birisini kurtardım. Ve o kötü bir çocuk oldu. SORUNUZA GELİNCE; kötülük ve iyilik kavramlarının yaşamın ve doğanın gereği olduğuna inanırım. Doğadaki iyi-kötü tanrının eseridir, insandaki iyi-kötü ise insanın eseri…Kötülüğün bir sokak serserisindeki tezahürüyle, bir saraydaki elit kesimde cereyan eden tezahürünü kıyaslamam gerekiyordu, en başta bahsettiğim olasılıklar beni İran Sarayı’na götürdü, hepsi bu işte.

Bahailik dini de yine romanın merkezinde yer alan bir diğer konu. Sizin kadim dinlere olan ilginizi ve bu konuda yazdığınız romanları biliyoruz. Bu kez de Bahailik’i mi anlatmak istediniz? Bu inanışa olan ilginiz nasıl doğdu?

Gerçekten, dinler ilgi alanımdadır ve sürekli kafa yorduğum bir kavramdır. Onlarca din, yüzlerce mezhep, binlerce tarikat sağlıklı düşünen ve sağlıklı ruhsal hayat isteyen her insanın ilgi alanında olmalı öyle değil mi? Sonuçta hepsinin elinde bir değnek, sallayıp duruyorlar, sindirip korkutuyorlar. Oysa gerçek din ruhani olmalı. Bu kadar çetrefilli bir konuyla başa çıkmak zor gibi görünse de insanı taşıdığı seviyeleri ve tekâmülleri görünce ‘KÖRÜ KÖRÜNE İNANÇ’ kabulcülüğünden kurtuluyor manevi anlamda hafifliyorsunuz. Bahailiği bu kitaba alma nedenim de fark ettiğim dikkat çekici bir bağlantıya okuyucuyu da çekmek… Bahailer, “Biz bütün dinleri kabul ediyoruz ama bir farkımız var, çünkü Allah’ın bugünler için emrettiği kelamı olan Kâinat Kitabı’nın koruyucuları ve tanıtıcılarıyız,” diyorlar ve Kitab-ı Aksa adındaki bir kutsal kitaba inanıyorlar. İşin ilginç yanı bu inanç sisteminin az önce bahsettiğim ana yapısını sadece idari ve yönetim seviyeleri biliyor ve konuşuyor, tabanlarına ise mevcut inançlarını alt üst edecek söylemlerden kaçınıyor ve mevcut dini sistemlere aykırı görünmeden genişlemeyi hedefliyorlar. Bir İslam cemaati gibi görünmelerine rağmen aslında dipten dipten yeni bir dini yaymaya ve biçimlendirmeye çalıştıklarını söyleyebilirim Haliyle yüz yıllara yayılacak uzun bir süreçten bahsediyoruz. İşin ilginç tarafı, inanç sistemleri ve örgütlenmeleri bu dönemki güncel meselemiz olan Gülen Cemaati ile inanılmaz benzerlikler gösteriyor. Çok fazla dile getirilmese de Gülencilerin içinden çıktığı Nur Cemaati’nin de Bahailik ve Sabbahilik gibi Batıni teolojiye ait olduklarını düşünüyorum.

Talaytay edebiyatımızda beklenmedik ve alışılmadık özellikler taşıyan bir anti kahraman. Son derece kötü ve acımasız bir ruha sahip… Bu karakter nasıl doğdu?

Önceki eserlerime bakarsanız onlarda da alışılmadık karakterler görürsünüz. Bildik kalıplarda şablon kahramanlar yaratmak kolaydır. Talaytaytan’da olduğu gibi kötü ruhlu bir delikanlıya yahut çirkin orta yaşlı bir kadına da okuyucunun sempati duyabilmesini sağlamak, işin kolayına gitmeme keyfi veriyor bana. Bu durumda Talaytay da keyfimin bir ürünü oluyor.

Sanırım bu romandaki asıl meseleniz ve Talaytay karakterinin doğuş nedenlerinden biri de kötülük kavramının asıl kökenleri üstüne kafa yormak istemeniz değil mi?

Sayılır… Kötülük ve günah kavramlarını pek çok eserimde irdelemişimdir. Bu konudaki nihai kararım şu; yaşamı meydana getiren unsurlar ancak zıtlarıyla var olabilir yoksa yaşam olmaz. O zaman zehirli bir çiçeği, vahşi bir hayvanı, kötü bir insanı yargılamak yaşamın doğasına ters bir durum. Ne yapmalıyız? Kabullenmeliyiz, evet. Fakat kabullenirken de tedbir kavramını zihnimizin en açık yerine yerleştirmeliyiz. Yaşam, hayatta kalabilme kabiliyetidir. Nasıl vahşi hayvanla dolu bir ormana girmekten kaçınmayı biliyorsak, zehirli bitkilerden uzak duruyorsak, tanımadığımız insanlardan da kendimizi ve sorumlu olduğumuz aile bireylerini korumalıyız. Yasalarla filan kötülük önlenmez, kötülük hep vardı ve var olmaya devam edecek. Hadi sıkıysa beşiğinde uyuyan bir köylü çocuğu sokan yılana da yasa uydurun bakalım. Yüksek kalitede bir yaşam için sadece aklı kullanmak yeter bence çünkü akıl tedbir almayı bilir.


Romanda çok önemli bir soru soruyorsunuz. Kötülüğün nedeni genetik ise bu şekilde doğan bir çocuğun günahı nedir? Sizce kötülük kavramı genetikle açıklanabilir mi? Her şeye rağmen sevgi ve anlayış ilaç olabilir mi?

Kesinlikle genetik fakat burada çok ince bir detay var; yaşanılan çevre…  Kişinin yetiştiği sosyal ortamın farklılığına göre kötülük de farklı biçimlerde şekilleniyor diye düşünüyorum. Örneğin fakir, eğitimsiz ve sevgisiz bir ailede büyüyen çocuk kolayca bir adi suçlu haline gelebiliyorken, tersi zengin ve yaşam standardı yüksek bir ailede yetişen çocuk ise acımasız bir işadamına dönüşüyor. Bir genelleme olarak ele almazsak ve istisnaları gözlem dışı bırakırsak tamamen genetik özelliğin doğurduğu sonuçlardır bunlar. Sevgi kavramına gelince, ben sevginin gücüne inanan bir insanım dolayısıyla sevgi genetik özellikleri bastırabilecek yegâne güdüdür. Fakat sonuçta sevgi veren sevgi alacağı için kötü bir insanı toplumsal anlamda değil kişisel anlamda etkiler ve kişi başkalarına karşı yine kötü olmaya devam eder.

Talaytay ile Tennure arasındaki aşk ilişkisi de çok sıra dışı bir diğer durum. Siz bunu aşkın nedensizliğine mi bağlıyorsunuz, yoksa eş ruhlar kuramına mı?

Sadece bu iki seçeneği kullanacaksam ikincisini tercih ederim fakat eş ruhlar kavramının da kendi başına yeterli olacağını düşünmüyorum. Sonuçta her şey ruhla alakalı değil, bedensel çekimi de göz önünde bulundurmak lazım. O zaman şunu diyebiliriz; aşk asla nedensiz değildir ve evrenin tamamına hakim çekim yasasının bir sonucudur. Talayataytan’da da 19 yaşındaki çok yakışıklı bir delikanlının 55 yaşındaki ucube denebilecek çirkin bir kadına olan aşkına da böyle bakma lazım ki zaten satır aralarında bunun detaylarına giriyor ve psikolojik tahlillerini yapıyorum.

Talaytay ve Tennure’nin yanı sıra Bayan Sagemühl ile Doktor Abdolkarim Ayadi’ de dikkat çekici diğer karakterleri oluşturuyor. Edebiyatta pek de rastlanmayan anti özelliklere (örneğin tüm zekâlarına rağmen son derece çirkin kadın kahramanlar, şeytani bir ruha sahip olan yakışıklı ve karizmatik erkekler) sahip böyle beklenmedik karakterler yaratmaya nasıl karar verdiniz?

Bakın bunu romanımın içerisinde yer alan iki cümleyle açıklamak mümkün: “Yaşam hem iyiler hem de kötüler için vardır fakat kötüler için daha uygun koşullar mevcuttur…” Bu ilki, detaya girmeme gerek yok herhalde. Öbürü de, “Tarih, önce tımarhaneye atılmış sonra lider olmuş yüzlerce insanla dolu…” Anlatabildim mi bilmiyorum!

Romanda yer alan lotus çiçeği ile taş çiçeğine dair öykü, eserin bütününde anlatılmak istenen asıl meseleye açıklık getiriyor değil mi?

Hepsi yaşama 360 derece bakmakla ilgili… İnsan etkisi altında olduğu bir olayı kendi bakış açısıyla değerlendirmeye eğilimlidir. Kendi değer yargıları, kendi kuralları ve kendi menfaati… Bu bencil yaklaşım yeryüzündeki bütün insanların yaşamla ilgili telaffuz edilmeyen gizli yasasıdır. Bu aynı zamanda insanları üç boyutla bir yaşamın içine hapseden, yaşama en fazla180 derece bakabilen temel ruhsal yapıdan başka bir şey değildir. Peki, nasıl yaşama 360 derece bakmayı öğrenerek 3. Boyut esaretinden kurtulacağız? Bu sorunuza verdiğim yanıtın ikinci cümlesini şöyle değiştirerek… İnsan etkisi altında olduğu bir olayı, o olaya karışmış herkesin bakış açısıyla görerek ve bencilliği bir tarafa bırakarak değerlendirmelidir. Şimdi bu yaklaşımların hemen peşinden, Talaytaytan’daki LOTUS ÇİÇEĞİ FELSEFESİ’ne gelelim; bana göre bu felsefe daha geniş bir perspektiften değişimin yahut tekâmülün kolay anlaşılabilir bir açıklaması olduğu için evet bu kitabın özüdür diyebiliriz. TAŞ ÇİÇEĞİ’ne gelince… Aslında çok sevdiğim eski bir İran ezgisi olan ‘GOLE SANGAM’ adlı şarkının Türkçe anlamını merak edip araştırınca bu eserimde ele aldığım ana temaya ne kadar uygun olduğunu gördüm. Taş Çiçeği, tesadüfen bu romana girmiş ama ilahi bir müdahaleymiş gibi de eksik bir parçayı tamamlamış muhteşem bir patch-yama dan başka bir şey değil.

Öykünüzde yer verdiğiniz bir diğer mesele de gerçekliğin aslında ne olduğu  değil mi? Kişinin başkalarının anlattıkları yerine kendi deneyimlerine güvenmesi gerektiğini söyleyip, Bahailik’teki Göl Kuramı’ndan bahsediyorsunuz.

GÖL KURAMI esasında ŞEMS ile dini literatüre girmiş bir felsefedir. Bâtıni tarikatlar çokça sahiplenmiştir bunu. Burada Göl Kuramı’nı uzun uzun anlatmak istemiyorum, kitabımda detayları var. Bu kuram benim de benimsediğim, önem verdiğim birazda bir önceki soruda mevzuu ettiğim, yaşama 360 derece bakma kabiliyeti sağlayacak fikir yapısıdır. Dini terminolojiye kuralcı ve kabulcü değil, bilimsel açıdan yaklaşan herkesin kafa yorması gereken bir kuramdır demekle yetineyim şimdilik.

Bu çok katmanlı romanda pek çok farklı meselenin yanı sıra tarihi pek çok olayın da iç içe geçerek anlatıldığını görüyoruz. Ne tür bir araştırma süreci yaşadınız?

İyi bir romanda,  konuyu destekleyen ansiklopedik bilgileri okuyucuyu sıkmadan ve konudan koparmadan sunmak çok önemlidir. Talaytaytan’ı yazma aşamasında Bahailik Dini, Şahlık dönemi İran’ı ve tüp bebek konularında epey ders çalıştığımı söyleyebilirim. Prenses Süreyya’nın kendi anılarıyla, annesinin anılarından oluşan iki ayrı kitap okudum. Bu kitaplarda İran Sarayı ile ilgili aradığım, merak ettiğim her şey vardı. Bahailikle ilgiliyse internet araştırmalarıyla yetindim diyebilirim çünkü yeterince ve tatmin edici miktarda bilgi web sitelerinde mevcuttu. Bu arada konunun bir kısmı İran’da geçtiği için özellikle Tebriz kentini Google Earth aracılığıyla didik didik ettim. Tüp bebekle ilgili birkaç kaynak haricinde bu yolla çocuk sahibi olmuş bir ahbabımın tecrübelerinden (klinik aşaması) faydalandığımı belirtmeliyim.