Selahattin Yusuf: Türkiye'de politik yazar figürü yok
Yazar Selahattin Yusuf yeni kitabı Masumiyetin Son Günleri” ve Türk edebiyatını Gazeteciler.com'a değerlendirdi.
GAZETECİLER.COM-
Yazar Selahattin Yusuf’la son romanı “Masumiyetin Son
Günleri” çerçevesinde edebiyatın Türkiye ve dünyadaki durumunu,
kültür-sanat dünyasının sorunlarını konuştuk.
- Son kitabınız “Masumiyet’in Son Günleri” oldukça farklı
bir üslup içeriyor. İnsan
okurken sanki başka bir dilde tuhaf bir hikaye dinliyormuş
hissine kapılıyor. Bu
kadar imge yoğunluğu ve betimleme tutkusu
neden?
Eğer gerçekten öyleyse, benim için sevindirici bir durum bu. Hayat
kendiliğinden
değişir; ama nesnelerin, olayların, duyguların değişmek için yazara
ihtiyacı
vardır. Yazar, değişmesi gereken şeyi başka bir şeye benzeterek
değiştirmiş olur.
Kolay bir iş değil ama. İyi bir yazar olaya, şeye veya duruma
dışarıdan bakmanın
imkanlarını/araçlarını kullanabiliyor olmalıdır. Hayata ve içindeki
her şeye
bakışımızı tazelemenin tek yolu budur. İnsanoğlu olarak zinde ve
taze
kalmamızın imkanıdır.
EDEBİYAT BİZE GÖZLERİMİZİ
GERİ KAZANDIRMAK ZORUNDADIR
Yaşamaktayken gözlerimiz yorulur, alışır ve göremez
oluruz. Ruhsal atıllık felakettir. Bunu biz yazarlar tedavi etmek
zorundayız.
Edebiyat gözlerimizi bize geri kazandırmak zorundadır. Bunu dilin
gündelik -
alışılmış- kullanımı içinde kalarak kotarmak imkansızdır. Çünkü
gündelik dil,
hadi diyelim 300 kelime kapasitesiyle, ancak bir uyuma biçimidir
aslında.
Dalgınlıktır. O ancak bize biyolojik hayatımız için yetebilir;
ruhsal zenginliğimiz
için değil. Bir örnek vereyim. “iskele” kelimesini alalım. Her
zaman bir melodram
vadeder bu kelime. Çok kullanılmış, eskimiş ve neredeyse yeni bir
şey anlatamaz
hale gelmiş bir imgedir artık, değil mi? Ama mesela bir iskeleyi
Joyce’un yaptığı
gibi “hayal kırıklığına uğramış bir köprü” olarak hayal ettiğimizde
işler değişir.
Artık iskele karşı yakaya (öteki insana) ulaşamamış, çabalamış, ama
hayal
kırıklığına uğramış bir imgeye dönüşmüş olur. Günümüzün artık
hayatın bin bir
türlü işgali altında yok olmaya yüz tutmuş aşkları için bundan daha
verimli bir
dil olabilir mi? İletişimsizliği, hayal kırıklığını artık bu
seviyeden anlatmak
zorundayız.
- Romanınızdaki Masum karakterini hatırlattı bu iskele
alegorisi bana...
Masum, evet. Aslında romandaki bir çok karakter öyle. Bir
iletişimsizlikler şenliği
olarak düşündüğümüzde, doğru bu.
- Bir söyleşinizde anlatılan edebiyat ve yaratılan edebiyat
diye bir ayırımdan
bahsediyorsunuz. Ne farkı var bunların?
Belirli bir olayı anlatmak. Başı sonu belli bir ilginçliği, sözlü
olarak da
anlatılabileceği halde, ayrıca yazmak. Bunu anlamlı bulmuyorum.
Şöyle. Bir kere
“anlatılan” edebiyat, gerçek zamanı kullanır. Bu klasik yol,
hikayeyi içinde
bulunduğumuz zamandan koparır, alır ve başka bir zamanın içine
yerleştirir.
Hikaye bittiğinde geri dönmüş ve yine aynı halde oturuyor buluruz
kendimizi.
Bir anlık dalgınlık yani bu. Biraz dalmışım, deriz. Böyledir. Ama
bu modern hayatın gıdalanabileceği bir anlatım biçimi değil.
Gerçeği hikaye olarak anlatmak,
ibret almak vs. Hayır. Unutmayalım ki alegori (benzetme) klasik
zamanların
yeterli dilidir. Henüz yerinden edilmemiş hakikatin, zararsız
biçimde
oyalanmaya ihtiyacı olan çağların için bir avunma tekniğidir.
Günümüz hayatı
için ise daha karmaşık, daha modern bir teknik lazım. Yani ironi,
humor
gerekiyor. Hayatlarımız öyle artık çünkü. Artık edebiyat kendi
kendini de
incelikle yıkabilen bir seviyede olmalıdır. Bu sofistike operasyonu
ancak yazarak,
kendi içinden kanayan ve kendi kanıyla beslenen bir dille
yapabilirsiniz. Biraz
karmaşık mı?
- Yoo hayır. Aklıma şu geldi. Bu modern dil, yani kendi
kendini eleştiren, yıkabilen dil belki Türkiye’de işe yarayabilir.
Yani sadece iyi edebiyat için değil, sosyal ve hatta politik ortam
için de gerekebilir bu.
Kesinlikle katılıyorum. Türkiye’de biliyorsunuz edebi taraflar yok.
Yani
Türkiye’de insanlar edebiyat kavgasıyla ayrışacak kadar seçkin bir
hayatta
değiller. Sosyolojinin ve siyasetin bu kadar kalın çizgilerle
ayrışmış olmasının bir
nedeni de bu. Yani ayrışmalar modern metinler (ironi ve humor)
üzerinden
değil; klasik anlatılar (alegori) üzerinden yürüyor. Bu da kendine
bakma/kendini
eleştirme alışkanlığının maya tutmasını engelliyor. Karşılıklı iman
tazeleme ve
yüceltme/saldırma alışkanlığını güçlendiriyor. Öte yandan, şu da
söylenebilir; ne
türden olursa olsun, metin üzerinden muhatap alma seviyemiz çok
cılız. Nicelik
olarak yani. Olduğu kadarıyla metinle ilişkimiz 1970’lerden kalma.
Kaba
ideolojik çizgileriyle karakterize olmuş durumda. Bu berbat bir
şey. Şişinme ve
böbürlenme. O kadar. Cesamet ve sayı. Kuvvet ve rekabet. Bu kadar.
Oysa
kavgayı yazarlar, kültür ve fikir adamları vermeliydi. Kavga
oradan
kaynaklanmalıydı. Ülkeyi ileriye götürecek olan budur. Bir
keresinde Kürt
sorunuyla ilgili söylemiştim; Kazancı Bedih ile Neşet Ertaş’ın
kavgası yoktur.
Ahmedi Hani ile Şeyh Galib’in kavgası yoktur. Olsaydı bile ne kadar
öğretici
olurdu, düşünelim. Çünkü yakından baktığınızda bu tarafların
köklerini toprağın
altında birbirlerine sarılmış halde buluruz.
- Evet ama Türkiye’de yazarların da oldukça
politikleştiğini görüyoruz son
zamanlarda. Buna katılmıyor musunuz?
Aslında yeterince politik olamadıkları için sürekli politik olmak
durumunda
kalıyorlar. Şunu söylemek istiyorum. Politikayı da
değerlendirebilecek seviyede
bir politik yazar figürü yok. Ellerini politikanın altına
sokamıyorlar. Bunun,
güncel handikapların yanı sıra çok eski bir hikayesi var. Bir kere
benim
“entelektüel orta sınıf” dediğim unsur yok ortada. Maddi temeli yok
yani.
Osmanlı’da Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra dayanaksız
kalan “ilmiye”
erbabı, 1826’dan beri kendine bir dayanak, Halil İnalcık’ın
deyişiyle bir “patron”
aramıştır. Ki, normaldir bu. Batı’da bu zümreye patronluk yapan
feodal bey ve
sonra gelen burjuvanın karşılığı, bizde Bab-ı Ali olmuş. Ama sonra
kim var?
Düşünün, Türk basın ve fikir dünyasının daha düne kadar yerleşik
olduğu muhite
“Bab-ı Ali” demişiz. Gazeteler, dergiler, fikir, sanat vs nerede
oturmuş hep?
Cağaloğlu’nda. Peki oranın yaygın ismi neden Cağaloğlu değil de
“Bab-ı Ali”
olagelmiş? Çünkü muhitin ismini “patronun” ismiyle çağırmaya yüz
elli yıl önce başlamışız. Bu gerçeği bilmeden günümüzün
aydın-devlet, medya-hükümet ilişkilerini analiz edemeyiz.
- Peki günümüzde bu dayanak veya patronaj
neresi?
Axel Springer... (Gülüyor). Şöyle. 1934’te kurulan Kadro dergisi,
tipik bir
“Devletin organik aydınları” oluşumuydu. Yani o yazarlar, devletin
ihtiyacı olan
fikri üretecek ve devletimiz ricaline servis edeceklerdi. Bir
yakıştırma filan değil
bu. Derginin kuruluş manifestosu böyle. Tabii bir süre sonra doğal
ölüm
gerçekleşiyor. İmkansız böyle bir şey çünkü. Ama sonra, yani 1960
darbesinden
sonra Türkiye’nin özgün yolu kırılıyor. Artık bizim fikir ve sanat
dünyamızın
patronu da yavaş yavaş Batı ve Doğu (SSCB-Çin-İran vb) oluyor. Özal
sonrasında
ise Batılı patron kendi tekelini kuruyor. Türkiye’de artık bir
“entelektüel
mütegallibe” mevcut. Ben buna Özal sonrası liberal-sol mütegallibe
diyorum.
Kimlik solu. İktisatçılar “fabrika üretebilen fabrika” diye bir
şeyden bahsederler.
Ülkemizin değer üretebilen değerleri nerede peki? Öyle bir moral
iklim yok artık.
Olanlar da atıllıktan kapandı. Şu son Ramazan’a bakın. Kuran okuyan
hafızlar bile
göz ucuyla kamerayı süzüyorlar. Vaaz verenler birbirlerinin
omuzlarını
çiğniyorlar. Nihaî değerine politika borsasında erişmeyen hangi
kanaat ortamı
kaldı muhafazakar camiada? Öte yandan patronu Cannes’da,
NewYork’ta, Berlin
veya Viyana’da olanlar da ortamı kolayca domine ediyorlar ve
gizli/açık bir Batı
kültür ajanı programı takip ediyorlar. Özellikle uluslararası
finans-kapital
çevrelerinin yumuşak gücü halinde çalışmalarına devam ediyorlar.
Sinema,
edebiyat, tiyatro vs tekelleri bu yiğit, bu civanmert vatan
evlatlarının elinde. Axel
Springer esprisini bunun için yaptım. Bunun değişmesi öyle
yayın/dağıtım
tekellerinin el değiştirmesiyle, yayın sermayesinin değişmesiyle vs
mümkün
değil. Tamamen başka bir konu çünkü. Türkiye’nin yetişmiş insan
gücü diye bir
şey varsa; o güç yoktur işte. Hiç değilse Türkiye için değildir. Ve
Türkiye bugün
Batı kültürünün elden düşme ajanlarının bir tür sayfiye cennetidir.
Türkiye için
elzem olan her moral güç, oryantalize edilip etkisizleştirilmiş,
başkası için
terbiye edilmiş birer unsura dönüşmüş durumdadır. Net. Dahası var.
Batı
kültürünün iyi yazarlarının ve sinemacılarının ülkemiz
gümrüklerinden ancak
büyük ve yaratıcı yanlış anlamalar sayesinde geçebiliyor
olmalarının her zaman
daha ilginç bir hikayesi vardır. Çok uzar bu mesele ama...
- Romanınıza dönelim mi yine? Romanınızda Masum ve Handan
gençliklerinde
büyük bir aşkın iki kahramanı. İki devrimci genç. Sonra
ideolojik cennetlerini
yitirince sınıfsız ilişkileri cesaret kaybına uğruyor ve
Handan sınıfsal kökenlerini
giderek daha sık hatırlamaya başlıyor. Nihayet bir aile
trajedisinin çırpınan ve
çıkışamayan karakterlerine dönüşüyorlar. Bu kaba hattı
düşündüğümüzde aşkın
imkansızlığını, aşkın kendisinden başka bir çok şarta
bağlanmış olduğunu
görüyoruz sanki, doğru mu?
Saf aşkın eleştirisi. Evet. Benim romanda sormaya çalıştığım soru
şuydu: Aşk
kendisi dışından bu kadar gerçek ödünç aldığında bile hala kendisi
midir?
Dünyadan, fizikten, ekonomiden, hatta psikolojiden bu kadar yardım
aldığında
bile saf kalabilir mi? Bu kadar çok doktorun aynı anda tedavi
önerdiği (kişisel
gelişim külliyatını hatırlayın) bir hastaya inatla bir sağlık,
sağlamlık atfediyoruz.
Onu eski alışkanlığımızla en sağlam moral temel kabul ediyoruz.
Reçetelerle, psikolojik desteklerle ve rehber kitaplarla delik
deşik edilmiş bir hayat onunki artık.
- Ama yine de var bir şekilde aşk, öyle değil
mi?
Evet, patolojik biçimde hayata tutunuyor. Bize ve kendine bir ölüm
borçlu. Ve bu
borçla yaşıyor. Yaşaması ve gerçekten var olması için belki yeniden
doğması
gerekiyor. Ama dünyanın bugünkü gidişatı buna pek müsait değil
bence.
Domatesin genetiğiyle oynayıp bir tohumdan bin sahte domates üreten
sistem,
aşkı da bütün “piyasalara” yetebilsin diye her gün sulandırıyor. Bu
sert bir
mekanik. Öyle kolay kolay halledilebilecek bir mesele değilmiş
gibime geliyor.
- İyi bir roman nasıl olmalıdır peki? Gerçi siz hep iyi
edebiyat diyorsunuz ama...
İyi bir romanın nasıl olması gerektiği konusunda, iyi roman sayısı
kadar cevap
vardır ve hepsi de doğrudur. Benim kendimce genel bir cevabım var
yine de. İyi
bir roman insanın içini paramparça etmelidir veya hiçbir şeydir.
Kötü romana
veya edebiyata gelince. Sayısız cevabı var yine bana kalırsa. Tıpkı
diğer kötü her
şey gibi.
Tanpınar’ı ve İkinci Yeni şiirini çıkarın, Türk edebiyatı metruk
bir evin çatısı gibi
kendi içine çöker. Bu iki unsur çok önemli. İsmet Özel,
göklerimizdeki İkinci Yeni
takımyıldızının hemen üstünde, şaşırtıcı parıltısıyla yapayalnız
durur. Bulunduğu
yeri tek başına ışıtır. Nesrimiz için Tanpınar, ayrıca öğretmendir.
İnsanı hangi
konulara burnunu nasıl sokacağı konusunda ders çalıştırır.
Muhtemelen her
ülkenin bir Dostoyevski’si vardır. Bizimki de Cemil Meriç’le
birlikte odur. Cemil
Meriç sosyologdur. Ama Türk okurunun kendisini bir çeşit
personel
yetmezliğinden atadığı asıl görev yeri edebiyattır. Türk dilinin
kılcal damarlarına
kadar kan gönderebilen, modern ve dakik bir dil ustasıdır Meriç.
Dil ekonomisini
bizde en iyi şairlerimizden sonra, neredeyse onlara bile yol
gösterecek kadar
maharetle yerli yerine oturtmuştur. Gerçek bir lezzettir.
Memleketin sürekli bir
weltanschauung (dünya görüşü) krizi/depremi geçirmekte olduğunu
sezmişti.
Felaketi hissetmişti. Türk okur yazarını bıkmadan usanmadan bir
toplanma
yerine çağırdı. Umutsuz çabası, tutkuyla sevdiği bir cesedi
canhıraş hırpalayan
bir canlının trajik hikayesine benzer. Ama Türk okuru ona maalesef
hep ölü
muamelesi yaptı. Ve bence yine maalesef hala ölü. Tanpınar’a
gelince. Neden
bizim Dostoyevski’mizdir? Çünkü her ülke klasik çağdan modern çağa
geçmek
zorunda kalmış, bu eşiğin derin sancılarını hissetmiştir. Rusya’da
Dostoyevski,
yaşlı kadınların dizlerindeki romatizma gibi geleceği görmüş,
yağmuru önceden
bilmişti. Hoş, ağrı onun dizlerinde değil yüreğindeydi. Gelmekte
olan modern
yıkım karşısındaki teklifi, Tanpınar’ınkiyle neredeyse aynıdır.
İkisi de modernite
eşiğinin üzerinde durmuş, gözlerini iki yana da yırtarcasına
açmıştı. Gelmekte
olan kasırga için, geçmişten ağırlıklar bakınmışlardı bu yazarlar.
Geçmişten evet.
Yerinden edilemeyecek, tutunulabilecek, sürüklenmeyecek kadar ağır,
sabit
şeyler. Selde sürüklenen ağırlıklar değil, kütükler değil; kökleri
toprağın altında
derinlere inmiş metafizik ağaçlar. İkisi de sırf bu bakımdan hem
moderndirler, hem de modernitenin kurbanıdırlar. Hem modernizmi
edebiyatta yaratmış; hem de onun kurbanı olmuşlardır. Bile isteye.
Bunu açık bir bilinçle, en iyi yol olarak
seçmişlerdir. Kulaklarını toprağa koymuş, kendi uygarlıklarının
derinliklerindeki
titreşimleri, o sismik dikkatleriyle o metafizik kirişten dinlemeyi
bilmişlerdir.
Duyduklarını kayda geçirirken neredeyse kaçınılmaz bir dürüstlüğe
maruz
kalmışlardır. Ve bu iki inanılmaz yazarın kendi gündelik
hayatlarında nasıl da
dokunaklı bir acemilik içinde çırpındıklarını hatırlayalım.
- Bundan sonra herhangi bir hazırlığınız var mı? Çalışma
masanızda neler var?
Valla ne zamandır kısa öyküler var kafamda. Romana başlamadan önce
de vardır.
onları toparlamak istiyorum ama zaman bulmam lazım. Ayrıca çok
seyrek olarak
şiir yazıyorum. Bir kaç yılda bir neredeyse. Çalışmaya devam
edeceğim ömrüm
oldukça bakalım.
- Çok teşekkür ederiz bu söyleşi için.
Ben teşekkür ederim fırsat verdiğiniz için.