Okan Bayülgen: 'İş makinesi seyretmek bile bazı programlardan daha heyecanlı'

"Türk televizyonlarını eleştirmekten başka bir yapacak bir şey yok" diyen Okan Bayülgen, kendisini İstanbul şartlarında motor kuryeye benzetiyor. İşte Okan Bayülgen'in Hande Aydemir'in sorularına verdiği yanıtlar.

GAZETECİLER.COM – ÖZEL İÇERİK
Hande Aydemir

Türkiye'nin en popüler isimlerinden  birisi Okan Bayülgen. Film, dizi film, reklam oyunculuğu, seslendirme sanatçılığı, fotoğrafçılık, klip yönetmenliği, radyo sunuculuğu ve daha neler neler... Bugüne kadar yaptığı işleri arka arkaya sıralayınca kendisi bile sıkılıyor listenin uzunluğundan.

Gel gelelim, sivri çıkışlarıyla, lafını sakınmadan söylemesiyle, doğru bildiğinden yana tavır almasıyla yıllardır seveni kadar sevmeyeni, beğeneni kadar beğenmeyeni, öveni kadar eleştireni de var. 

"Televizyon çocuğu" olarak karşımıza çıkan, neredeyse 20 yıldır başka birisi gibi değil kendi gibi davranarak ekranlarda yer bulan biri Okan Bayülgen.

İnternethaber'den Hande Aydemir, Okan Bayülgen ile ilginç bir röportaj yaptı. Sorduğu sorulara aldığı yanıtlar, yıllardır farklı çizgisinden ödün vermeyen Bayülgen'in bir yandan iç dünyasına ışık tutuyor, diğer yandan da yapmayı planladığı yeni projeleri açığa çıkartıyor.

İşte o röportajdan dikkat çeken bölümler:



Hande Aydemir: Teşekkür ediyorum öncelikle, bizi kırmadınız röportaj için. Okan Bayülgen'in bir günü nasıl geçer?

Okan Bayülgen: Ben bir günde İstanbul trafiğine ne sığdırabilirsem, gidiş gelişlere onu yapabiliyorum. Benim işimi yapanlar, bu çeşitlilikte çalışanlar motor kuryeye ya da müzisyenlere benziyoruz. Bir yere gidip zurnamızı üflüyorsak bize para verirler. İşimizin başındayken para kazanabiliriz. Bir yatırımımız, biz gitmesek de para kazanan bir işyerimiz yok. Dolayısıyla radyo programı, televizyon programı yapmak; oyunculuk, seslendirme yapmak; tiyatro ya da sinema setinde olmak; bir yerde yaptığımız işi geliştirecek toplantılar yapmak gibi bizzat varlığımı ile olabileceğimiz işler. Dolayısıyla benim bir müzisyenden, gidip gitarını çalarsa parasını alan bir adam ya da motor kuryelerden bir farkım yok. Sabah 9'dan 5'e mesai yapan adamın da işi zor. Aynı trafiğe o da tahammül ediyor. Ama ben çok daha fazla yere gidip geliyorum. Buna satıcılar “kapı yapmak” derler. Şu kadar kapı yaptım bugün derler. Hakikaten seyyar satıcılar gibi de çalıştığımız oluyor. Ben bir çekime gittim, çekimden buraya geldim 2,5 saat yol katedip... İnsan timsah olsa, ne kadar kalın bir derisi olursa olsun, İstanbul'daki gibi böyle bir psikolojik işkenceye tahammül edemez diye düşünüyorum. Hatta şimdi diğer büyük şehirlerde de bu işkenceye rastlanıyor.

BEN BİR ŞEHİR HAYVANIYIM

H.A.: İstanbul'u bırakıp gitmeyi düşünüyor musunuz?

O.B.: Hayır düşünmüyorum. Ben bir şehir hayvanıyım. Şehirde yaşayabilen bir canlı türüyüm. Böyle eşin dostun çok söylediği gibi ağaçtan meyva koparıyorsun... Bahçeye domates ekiyorsun gibi faaliyetler benim yapabileceğim şeyler değil. Eğlence için de olsa, üretim için de olsa... Beni okutmuşlar, ben de devam ettim kafamı geliştirmeye. Donanımımı entelektüel alanlarda yapmaya çalıştım. Benim hiç bir yere gidip domates ekmeme ihtiyaç yok. Kimse benden böyle bir şey talep etmez. Bahçıvan olmayı bilmem. Rençber olmayı bilmem. Bilmediğim işlere de zevk olsun diye girişirsem benden üretimsiz ya da kötü üretim yapan bir adam çıkar. İnsan faideli olabileceği işler yapmalı. Bunun karşılığını almalı. Emeğinin karşılığını almalı. Hayatını bu yönde yaşayabilmeli diye düşünüyorum.

TELEVİZYONLARDA İÇERİK VAR AMA BECERİKSİZCE

H.A.: Türkiye'deki televizyon programlarında içerik var mı sizce? Hem haberler hem de show programlarında...

O.B.: Var... Hepsinde içerik var, ama bu içeriği beğenmiyor olabiliriz. Ama hepsinin içeriği var. Bir çeşit kafası yettiği kadar yapmak, bildiği kadar yapmak durumu var. Yapılıyor işte. Profesyonellik, kalite, nitelik sorunu var diyorsak... Tabi adam mimarım diyor, bir apartman yapıyor. Yıkılıyor. Demek ki yapamamış işini. Doktor hastayı öldürüyor... Ya da mühendisin yaptığı makine bozuluyor. Bunlar tabi ki beceriksizlik. Yani biz içerik var mı yok mu diye değil, beceri var mı diye soralım. Televizyonlara baktığımızda çok temel içgüdülere dayanan programlar yapıyorlar. Savunma güdüsüne, ısırma yeme güdüsüne, hayatta kalabilmek için parçalama güdüsüne dayanan programlar yapılıyor. Bunu cinsellikle birleştiriseniz, yani saldırmak, parçalamak, yemek ve çiftleşmek güdülerine yönelik yaparsanız şu an ekranlardaki evlilik programlarına ya da büyük stüdyolara insanları doldurup yapılan kadın programlarına ulaşıyorsunuz. Sadece ölüm, öldürmek güdülerine hizmet ederseniz, mafya dizilerine ulaşıyorsunuz. Bunlar çoğunlukla hayatta kalmak, üçkağıt yapmak, çalışmadan yaşamak gibi ilginç fikirlere hizmet eden içerikler. Her zaman söylediğim şeydi, yıllarca söyledim, belki 20 senedir söylüyorum: Türk dizilerindeki insanlar hangi mesleği yapıyorlar, özellikle delikanlı ve bitirim karakterler. Ne meslek yaptıklarını anlamıyoruz. Zengin kız fakir oğlan ya da tersi. Oğlan zengin bir bürosu var, fakir kızı seviyor ama bir şey yapmıyor. Bir sekreteri var, uzun bacakları olan ama sekreter de sekreterliğini yapmıyor zaten. Fakat, bunların oyunculuk başarılarını çoğunlukla kavga ederken ve öpüşürken görüyoruz. Demek ki güdüler ile yapılan ya da güdülere yönelik diziler ve reklamlar işe yarıyor.

TÜRK TELEVİZYONLARININ ELEŞTİRLECEK BİR TARAFI KALMADI

H.A.: Okan Bayülgen televizyon izliyor mu?

O.B.: Ben tabii ki izliyorum ama çoğunlukla programdaki arkadaşlarım medya arkası bölümleri için izliyor. Ben internetten görmüş oluyorum o komik olayları ve acayip içerikleri. Bence Türk televizyonlarının ciddi eleştirilecek bir tarafı kalmadı. Eğer çocuklar Basın Yayın Yüksek Okullarında, akademilerde tezler yazıyorlarsa vallahi boşa kürek çekiyorlar. Eleştirmekten ve allah allah bu nedir böyle demekten başka kimseye yapacak bir şey kalmadı. Özellikle genç insanlara.

H.A.: Türk televizyonlarında ne eksik? Ya da ne olmalı?

O.B.: Bir eksik olduğunu sanmıyorum. Dünya televizyonları da aptal kutusudur Türkiye'deki gibi. Radyo, fiziksel eylem olarak bir audio eylemdir. Audiovisuel eylemler insanı salaklaştırır. Bir şeye bakmak, bir şeyi dinlemek... Dünyada da var bizde değil sadece. Bizim bir memleket adeti olan iş makinesi, inşaat makinesi seyretme adetimiz bile o programlardan çok heyecanlıdır diye düşünüyorum. Tematik kanalların, haber kanallarının yaptığı güzel programlar vardı. Şimdi onlar da pek kalmadı. Onun yerine siyasi tartışmalar var, futbol programları gibi. Onlar da tamam işini yapıyor. Bir eksiklik yok. Ne eksik derseniz, tadı eksik; zevki eksik. Programı yapanların, prodüktörden sunucuya, yönetmenine kadar, iş bilirliği eksik. Hayatın tadı yok filan.

SEYİRCİ BÖYLE GELMİŞ BÖYLE GİTSİN İSTİYOR

H.A.: Size de her hafta aynı şeyleri izliyormuşsunuz gibi gelmiyor mu?

O.B.: Tabii ki geliyor. Ben onun için kendi programlarımda sürprizli şeyler yapmaya çalışıyorum. Ama seyirciyi de kötü alıştırmışız. Çat diye program bitiriyorum. Bazen saatlerce devam ediyor, sonra bir anda bir şarkı ve bitiyor. Sonra bir başka gün tamamen farklı yapıyorum. Radyo programlarında olabilecek bir çılgınlıkta yapmaya çalışıyorum. Ama seyirci de sevmiyor, giderken bir allahaısmarladık deseydin, akşamımızı tebrik etseydin, falan gibi bir tavır da var. Seyircinin de çok farklı bir şey talep ettiğini sanmıyorum. Çünkü hayat neşesi yok. Neşe olmayınca, insanın beyni de daralır. Bir ilan gördük dün, “Hayat Kısa Hemen Bu Ayakkabıyı Al” diyor. Yani buradaki müthiş sloganı çözmeye çalıştık. “Hayat kısa...” ile başlayan sloganın ardından çok çılgın şeyler bekliyor insan ama bak buraya kadar.

FACEBOOK'TAN TWİTTER'DAN BAĞIRIP
KÜFREDİYORSUN,
KİME NE YARARIN VAR

H.A.: Hayatın neşesi ne zaman kırıldı? On yıl önce de böyle miydi?

O.B.: Yok biz kırdık yav... Yani biz şikayet ederek, küfrederek kırdık. Bir değişim enerjisini bulamayarak ama bol bol konuşarak, kendimize yeni deşarj noktaları bulduk. Eskiden maça gidene sorardım, “ne anlıyorsun, bağırıyorsun, çağırıyorsun, üzerine de yağmur yağıyor. Bu takımı da tutuyorsun ama...” diye. “Bırak haftada bir gün maça gideyim, deşarj oluyorum” diyordu. Şimdi aynı adamın deşarj olacak çok şeyi var. Facebook, snapchat, instagram, whatsapp, mail grupları, bloglar filan, her yerden eleştiriyor, bağırıyor, çağırıyor. Müthiş bir iletişim içinde ama Jean-Luc Godard'ın dediği gibi 'iletişimin tüm yolları var ama kendisi yok'... Arkadaşlarıma soruyorum, neden bu kadar laf ediyorsunuz  Cumhurbaşkanına, hükümete, yapmayın bunu, size bir kazancı yok bir de sürekli dava açıyorlar... Adam da diyor ki “şu yaşıma geldim bırak ben de bir sesimi yükselteyim.” Bu ses yükseltme eylemi değil yaptığın. Siyasi partide değilsin, sivil toplum kuruluşunda değilsin, bir dernekte çalışmıyorsun, kimseye bir yararın yok. Facebook'a yarım sayfa yazı döşenmişsin, ya da twitter'da birisinin çok baba bir lafını tekrar yayınlamışsın. Senin bize bir yararın yok ki. Bu biraz tabi hayatın içinde olmamak, sanal bir hayat yaşamak. Oğlan kızı terkediyor, kız eve gidiyor hüzünle, sonra bakıyor aaa facebook'a ilişki durumunu değiştirmiş oğlan. Aaaa beni terketti diye başlıyor ağlamaya. Bunun gibi bir şey. Bir ben varım, hasbelkader genetiği değiştirilmiş gıdalar ve hortumlarla besleniyorum, bir ekran karşısında yiyor içiyorum, bir de sanal hayatım var, o hayat benim yaşayıp yaşamadığımı gösteriyor. Eskiden evine telefon açar uzun saat cevap vermezse kapısını çalar, yine olmazsa kapıyı kırar içeri girerdik, hasta mı oldu, öldü mü kaldı mı filan diye. Şimdi en son ne zaman instagrama girmiş, whatsapp mesajını okumuş mu diye kontrol ediyoruz. Başka bir hayat var. Bu tatsızlık insanı bitirir.

EN İYİ MEDYA PATRONU YOK
ÇÜNKÜ MEDYA PATRONU YOK!

H.A.: Pek çok kanalda görev aldınız. En iyi medya patronu sizce kimdi?

O.B.: En iyi medya patronu yoktur. Çünkü medya patronu yok. Çoğu büyük grubun medya yatırımı, toplam hacimlerinin yüzde 5'ini geçmez. Dolayısıyla bu adamlar medya patronu değil. Yüzde 5'i medya geri kalan yüzde 95 enerji, gıda, başka şeyler olan iş adamı. Ben bu işleri yapıyorum, siz de benim işlerimi biliyorsunuz. Benim bir de şurada baklavacı dükkanım olsa, ben baklavacı mı olacağım. Dolayısıyla patronların hiç birisi medya patronu değil. Aksine medyada çalıştırdıkları kişilerin tutumları yüzünden geri kalan yüzde 95 iş hacimlerini de, sermayelerini de tehlikeye atabileceklerinin farkında olan bu nedenle de devletle ilişkilerini iyi tutan, tutmak zorunda olan insanlar.


‘TEMEL SANAT EĞİTİMİ OLMAYANLAR
NE GÜZEL AKTÖRLÜK YAPABİLİR, NE GÜZEL ŞARKI ÇALABİLİR’

H.A.: Yıllardır bu sektörün içindesiniz. Sizin tek bir özelliğiniz de yok. Oyuncusunuz, sunucusunuz, fotoğrafçısınız, seslendirme sanatçısısınız...

O.B.: Saymayalım hepsini ben de sıkılıyorum.

H.A.: Peki... Hangisi sizin için vazgeçilmez?

O.B.: Hiç birisi vazgeçilmez değil. Çünkü bunlar ya eğitimini gördüğüm ya da eğitimini gördüğüm işin yan kolları. Ama gösteri dünyası ile biraz plastik sanatlarla ilişkili branşlar gibi. İnsanın ana sanat dalıyla ilgili ve tüm bunları kapsayan binlerce yıllık üretimini ders olarak okursunuz eğer bir sanat okuluna giderseniz. Sanat tarihi bilmeyen bir oyuncu, sanat tarihi bilmeyen bir mimar, bir müzisyen, balet olamaz. Bunu alıp bir kültür elde ettiğinizde işinizi yapış şekliniz de buna göre olur. Sanatta usta çırak ilişkisi tabi çok değerlidir ve dönüp dolaşıp usta çırak ilişkisine ulaşırsınız ama, asıl temeli teşkil eden temel sanat eğitimidir. Temel sanat eğitimi olmayanlar ne güzel aktörlük yapabilir, ne güzel şarkı çalabilir.

TÜRKİYE'DE MEDYA YATIRIM YAPILACAK BİR ALAN DEĞİL

H.A.: Siz TV8'de büyük bir ivme kazandınız. Sonra Okan Bayülgen ON8 TV denildi.

O.B.: Yapacaktık, olmadı.

H.A.: Neden olmadı?

O.B.: Medya bir yatırımdır. O sıradaki yatırımcı bunu yapmaktan vazgeçti, o kanalı satmaya karar verdi. Dolayısıyla o yatırımın bir bölümü yapılırken vazgeçildi. Ben de medya yatırımı yapamam kendim. Medya yatırımı küçük grupların ya da bireysel olarak insanların yapabileceği bir şey değil. Yasalar ve yönetmeliklerle, değişen siyasi ve ekonomik konjonktürle ilgili bir şeydir. Bildiğiniz gibi şu andaki bütün yayın organları, radyolar, televizyonlar... Aslında hepsi korsan olarak yaşıyor. Fiili bir durumla, RTÜK'e bağlanmış bir yapı var. Ama hiç bir yayın kuruluşunun yayıncı lisansı yok. Türkiye medyası hala gecekondu kuruluşlar. Bunların resmen lisansları yok. Bir iki sene önce lisans vereceğiz dendi. Bir adan sen 50 milyon ve sen 100 milyon ver gibi bir şey oldu. Siz nasıl medya kuruluşu kurabilirsiniz şimdi? İsterseniz bir domates tarlasına salça fabrikası kurabilirsiniz. Çünkü bunun fizibilitesi var. Ama sürekli yasaların, yönetmeliklerin değiştiği bir ortamda, bir medya kuruluşu için nasıl yapacaksınız? Bir anda ihaleler açılıyor. Reklam yönetmelikleri değişiyor. Siyasi iklim değişiyor bir anda. Şuna yakın davrananlar reyting ve kazançlarını yükseltiyor, bir anda bunlar yok oluyor, buna yakın olanlar ortaya çıkıyor. Yani medya şu an Türkiye'de yatırım yapılabilecek bir iş kolu değil.

‘DİGİTÜRK VE D-SMART ELİNDEKİ VERİYİ
AÇIKLASA REYTİNGLER ALTÜST OLUR’

H.A.: Şu an programlarınızda reyting kaygısı yaşıyor musunuz?

O.B.: Tabii ki yaşıyoruz. Her zaman. Reyting kaygımız ne oranda bize evlerdeki peoplemeter aletlerinden veri alınan 4000 kişidir, ne kadar diğer ölçümlerdir onu bilmiyoruz. Kabul edilmiş 4000 denek var. O bize sağ olsunlar güzel reyting veriyor. Ama onun yanı sıra 4 milyon kişi civarında Türkiye'deki iki dijital platformun abonesi var. Bildiğiniz gibi dijital platformlar anlık ve müthiş reyting sonucu sunuyor. Ama ne reklamcılar, ne de programcılar bu sonuçlardan yararlanamıyor. Türkiye'de Digiturk ve D-Smart'ın reytingleri halka açılsa, tüm sonuçların tepe taklak olacağını göreceğiz. Bir yerde 4 bin denek ve çok fazla standart sapması olan, yalan yanlışa müsaade eden bir uygulama; diğer yanda 4 milyon denek. Ama dijital platformlarda çalışan, eşten dosttan duyumlarım var. Tabi onların sonuçları vermeleri yasal değil. Vermiyorlar da ama o sonuçları kendi bünyelerinde görenler diyor ki programım yıllardır ilk ondan çıkmıyor. Bizim 4000 deneğe bakılırsa AB grubunda 16. olmuştuk geçen hafta. Diziler, çok para harcanan programlar arkamızdan geliyor. Hiçbir zaman o reytingle övünmedim. İlk yüze giremediğimiz de oluyordu eskiden. Ben bizzat kendim olduğum için, dizi projesi olmadığım için; bir seks işçisi gibi aklımla yüzümle para kazandığım için... Hiç bir delikanlının da yapabileceği bir şey değil bu. 20 seneyi aşkın süre, her sene kendini yenileyerek ekranda ol, bu basit bir şey değil. Ben bunu seks işçilerine benzetiyorum. Vücudumdan ve şeffaf ruhumdan başka bir şey yok ekranda. Kendimim ekranda. Falanca dizi oyuncusu şu kadar para kazanıyormuş, neden bıraktın o diziyi diyorlar, o karakter bıktırdı diyor. Ben bu karakterimle 20 küsür senedir size hizmet ediyorum. Bu reytingler sizin seyirciniz ile ilişkiniz açısından bir şey ifade etmez. Dizi projelerindeki fırlama çocuklar bunu önemseyebilir. Onların semtlerindeki kıraathanelerinde çok reyting alan garsondan daha iyi hizmet görürde, az reyting alan utanç içerisinde kenarda oturur falan. Benim böyle bir hayatım yok. Çünkü seyirci reyting sonucuna bakmaz. Seyirci uzun maratonda ne yaptığınıza bakar.

KULİSTE ODAM BİLE YOK! NE YAPAYIM ODAYI...

H.A.: Peki bu program neden 01:15'de? Seyirciye ulaşmak zor olmuyor mu?

O.B.: Bazen de 11:30'da. Televizyoncuların kararı. Yöneticiler de orada boş yere oturtulmuyor herhalde.

H.A.: Bu sizin istediğiniz bir saat değil yani?

O.B.: Hayır hayır ben istemiyorum. Bana göre fark etmez. 02'de de başladı benim programlarım, 10:30'da da. Ben her saatte işin hakkını vermeye çalıştım. Şikayet etmem. Şikayet ederek zaten bizim işimiz yapılmaz. Sahne önündeki adamsınız ve seyirciye şikayet ediyorsunuz. Işıkçı böyle yaptı, sesçi böyle yaptı diye olmaz. Siz seyircinin gördüğü en öndeki adam olarak tüm problemleri içinizde bastırıp, bir gösteri harikası olarak seyirci karşısında duracaksınız. Ben hiç şikayet etmem. Bazen tepem çok atar. O zaman herkes, çalışma arkadaşlarım da yöneticiler de benim şiddetimden korkar. Bazen sinirlenirim. Onun dışında işbirliği yapan, işin olması için çalışan bir adamımdır. Benim bunca yıl kulis odam olmadı. Ne yapacağım kulis odasını? Şimdi bizim kanalda kulis odası seven insanlarla, benim gibi sevmeyen insanlar çatışmalar yaşayabiliyor. Büyük bir kulis odası yaptılar bana. Dedim ne yapacağım ben bu kadar büyük odayı? Bizim orkestralar geliyor programa, değerli sanatçılar geliyor filan. Bunun üzerine, kanalın müdürü bana kendi odasını tahsis etti. Gündüz o kullanıyor. Geceleri de ben. Kanal D'de böyleydi. Kanal D müdürü de eşim geliyor diye kendi odasını tahsis etmişti. Kanal müdürü odasını veriyor. Ben biliyorum ki patron da odasını verir. Ama patronun odasında niye oturayım. Mesela kanal müdürü kanalda. Patron derse ki gel benim odamda otur, sen odalara sığmayan bir insansın derse. Patronun odası Maslak'taysa... Ben gidip oraya otursam, programa yetişemem...

HEP UZUN VADEDE PARA KAZANDIM

H.A.: Sizin bir ekibiniz var... Okan Bayülgen'in yanında bir de baktık ki Reyhan.

O.B.: Ben doğurmuş değilim tabi, eskiden de vardı. Çok işler yapmıştı filan. Bizde emektardır herkes, emektarları koruyoruz, ama diğer arkadaşları mezun ediyoruz. İşi biraz öğrenince gidiyorlar gece programıyız biz, insana ne kadar maaş vereceksiniz gece programında. Bizzat programı yapan ne kadar maaş alıyor? Fazla para yoktur bizim işlerde. O yüzden çabuk mezun olurlar bizim buradan. Bizde öğrendikleriyle, çok daha fazlasını başka işlerde kazanırlar.

TELEVİZYONLAR ÇALIŞANLARINA 
UYUŞTURUCU SATICISI GİBİ PARA VAAD ETMEMELİ

H.A.: Bizim sektörde çok fazla para yok diyorsunuz ama okuldan yeni mezun olanlar böyle düşünmüyor. Televizyon ekranına çıkan herkes dünyanın parasını kazanıyor gibi düşünüyorlar.

O.B.: Şöyle hesap etmeniz lazım. Televizyona çalışan para kazanır diye bir şey yok. Siz işinizi öğleden sonra mı yapıyorsunuz, prime time mı yapıyorsunuz, prime time 2'de mi yapıyorsunuz,prime time 3'de mi yapıyorsunuz, benim gibi prime time 3 buçukta mı yapıyorsunuz... Burası önemli. Reklam gelirleri ile orantılı. Uzun vadede para kazanırsın. Ben hep uzun vadede kazandım. Ama işe girdim, bir programda şu kadar para aldım filan. Böyle şeyler yok. Zaten belki 15 senedir dillendirip duruyorum, televizyonların kamera önündekine de kamera arkasındakine de bu kadar para vaadeden bir şey olması iyi bir şey değil. Bir yerde bu kadar hızlı para kazanıyorsanız o işte bir problem var demektir. Türkiye'de televizyonlar vergi kaçırmak gibi, uyuşturucu satmak gibi, kiralık katil olmak gibi hayali ihracat gibi yasa dışı işlere benzer paralar vaad etmemeli.

Sizin mahallenizden, apartmanınızdan bir komşunuz orta karar bir otomobile binerken, bir anda son model lüks bir arabayla gelip bir de çok lüks bir daireye taşınırsa onun hakkında yasa dışı bir şeyler yaptığına dair bir şüphe oluşur içinizde. Hele o kişi tıpta yeni bir buluş yapmadıysa, ya da mühendis olarak yeni bir alet icad etmediyse.


Öyle paralar bekleniyor ki, adamın bugün hiç birşeyi yok, yarın Uluslararası kokain tacirleri gibi paraya sahip olacak. Burada bir problem var.

Bir kere emekçiler ile kamera önündeki adam, kamerayı tutan kameraman ile kameranın önündeki insan arasındaki maaş farklı 300'de bir, 400'de bir olursa bir gün o kameraman, o kamerayı, sunucunun kafasında kırar. Kırmıyorsa iyi niyetindendir. Bu kazanç farkının belli bir mantığa oturması gerekiyor. 20'de bir olur da 300'de bir olursa... Kameraman İstanbul'un uzak dağlarındaki evine servisle giderken, bu lüks arabasına binip giderse olmaz. Televizyon yöneticileri ile onların altındaki departman müdürlerinde de bunlara dikkat etmek lazım. Patronların iyi maaş vermesi lazım.

Türkiye'de dizi yapanların, büyük prodüksiyon yapan şirketlerin mazilerine baktığınızda hiç birinin 10 seneyi geçmediğini görüyorsunuz. Nasıl oluyor? Eğlence sektörüne hizmet ediyorsun ama şirket olarak mazin yok. Bu sektöre girmişsin, nasıl olduysa, işleri ayarlamışsın, büyük şirkete dönüşmüşsün. Hangi şekilde olmuş bu, nasıl olmuş? Sonra işte reyting skandalı oluyor. İnsanlar rüşvet alıyor söylentileri çıkıyor. Burada işlerin yolunda gitmesi, bu sektörün oturması buradaki parayı azaltarak mümkün.

Amacım patrona para kazandırmak değil. Sektöre para kazandırmak.

Buradaki farklılıklar ortadan kalkacak, insanlar çirkinliklere tenezzül etmeyecek, bir anda zengin olmak gibi bir şeye yönelmeyecekler ve tabii ki, kazanılan para... Sadece reklamdan para kazanılıyor. Aynı etik durum, insani şartlar, reklamcılık için de belirleniyor. Bugün reklamcılığın da yöneldiği yer televizyon. İnternette, açık havada, basın da reklamcılar için para yok, televizyonda var. Bu kadar zengin olma heveslisi gençler... Sektöre girecekler ama bir anda çok para kazanamayacaklar. Başka yollara sapacaklar o zaman. Sonra başka yollara sapmanın yöntemi legalleşecek. Buna da risturn denilecek. Böyle aptalca bir şey olamaz.

OKAN BAYÜLGEN AKADEMİSİ KURACAĞIM

H.A.: Bir başka planınızda Okan Bayülgen Akademisi...

O.B.: Ben çok değerli isimlerle Enstitü, Akademi gibi bir oluşum yapmayı planlıyorum. Hem İstanbul içinde hem de dışında olacak. Böyle bir vakıf olarak ya da şirket olarak yapacağım. Eğitim benim hayatımın en önemli kısmı. Hem kendi eğitimim hem de birlikte çalıştığım arkadaşlarımın donanımı en önemli şey oldu. 50 yaşını geçtikten sonra da, artık dünyada benim için satın alınacak hiç bir şey kalmadığına göre, son olarak satın alacağım şeyleri sanat objeleri, sanat eserleri, çok özel enstrümanlar gibi sanat ve zanaatin en ince eserlerine kadar indirdim. Marka giymem, diktiriyorum kıyafetlerimi, ev satın almam. Ama taş ev yapmak yeni bir mimari proje yapmak gibi projeler hoşuma gidiyor, ama vibratöre benzeyen, dönerek yükselen bir binadan ev almak istemem. Araba almak istemiyorum. Birkaç motorum var, yenisini de almak istemiyorum. Zaten üretilen en iyileri aldım. İncik boncuk sevmem, kadınlara pahalı sürprizler yapmak, ev araba almak gibi erkeksi zaafiyetlerim yok, daha ne yapayım. Her insanın 20 ya da 50 yaşında yapması gereken şeyi yapıyorum. Sevdiğim insanlar, ailem arkadaşlarımla ilgili para gerekir tabi, sağlık harcamasıdır filan ama ben onların sağlık harcamaları ile değil birikmiş kredi kart borçlarıyla uğraşıyorum. Ben onlara da söylüyorum. Kredi kartı ile bu kadar ne yapıyorsunuz? Ne sizi tahrik ediyor. Onlar da “Hayat kısa bu ayakkabıyı hemen al” tipler değildir ama. Niye böyle olduğunu bilmiyorum.

H.A.: Shreek'in seslendirmesinden ödül aldınız? Nasıl çalışmıştınız?

O.B.: Yurt dışında bir şeyler oldu galiba değil mi. Shreek, Garfield, Red Kid, gibi türlü çizgi kahramanı seslendirdim. Bir çok yabancı oyuncuyu da seslendirdim. Reklam seslendirmesi de yapıyorum. Düzenli olarak para kazanıyorum. Emeğinizin karşılığını alıyorsunuz. Bunlarla İstanbul'da emlak alırsanız hepsi gider. İstanbul'da bir apartman dairesi olarak gösterilen emlak için verilenin aynı parayla Kim Kardashian malikane almış, Beverly Hills'de. Biz de gidelim Kim Kardashian'lara komşu olalım o zaman. Kimle komşu olacağınız da belli değil İstanbul'da. Halbuki öbür tarafta Kim Kardashian...

BİR YERİ İNSANLARI YÜZÜNDEN SEVERSİNİZ

H.A.: Bodrum Gümüşlük'ü çok seviyorsunuz...

O.B.: ... Çok sevmiyorum, eski Gümüşlük değil artık. Benim Gümüşlük'üm '80'lerin başında bitti. Dolayısıyla Bodrum Gümüşlük'te Allah'ın verdiği koyları, suyun nefasetini, tavşan adasının güzelliğini, dağları tepeleri, güneşin batışını, upuzun uzanan mandalina bahçeleri, zeytinlikler, taş evler... Bunları paralayan bir takım canavarlar görüyorum yaz kış, neresini seveyim. Bir yeri sevmenin yolu sadece Allah'ın verdiği nimetler değildir. İnsanlar yüzünden seversiniz. Ben bu ülkeyi insanları sevdiğim için seviyorum. O insanlara benzemeyen, başka insanlar, yağmalamaya başladığı zaman da fenalık geliyor. Ama insan toprağının geleneğini göreneğini yaşatabildiği oranda oraya aittir.

H.A.: Peki burada size fenalık gelmiyor mu İstanbul'da. Büyük binalar...

O.B.: Geliyor tabi ama ben hala geleneği, göreneği, maddi ve manevi değerlerini yaşatan insanları da görüyorum. Sadece manevi değerler değil. Evdir, yapıdır, camidir, kütüphanesidir bunlar maddi değerler. Onları da yaşatan insanlar var.