Kasaba, metropolü yönetmek için bastırıyor...

Yıllardır söylenir durur ya; diğer 56 Müslüman ülkeye iyi örnek olması, laik demokrasiyle İslâmiyet’in birlikte pek ala yürüyebileceği...

ADNAN BERK OKAN

Prof. Mehmet Altan hem akademisyen (İktisatçı) hem yazar…
Yazarlığı (şimdilik) sadece kitaplarından kaynaklanıyor…
Neden mi?..
(Şimdilik) yazabildiği bir gazete yok da ondan...
Star Gazetesi'nin uzun yıllar başyazarlığını yaptı.
Ancak...
Hükümeti eleştiren yazılar da yazmaya başladığında yönetim tarafından yazılarına son verildi...
Ki…
Ak Parti’nin kazandığı üç genel seçim ve bir referandumda da önemli katkısı olduğu halde…


"Hükmeti eleştirdi de ne yazdı?" derseniz birkaç örnek vereyim.
Uludere olayları konusunda Hükümetin hesap vermekten kaçındığını yazdı...
Olayın üzerinin örtülmesine göz yumulduğunu hem de Hükümetin “en sıkı” destekçisi Star Gazetesi’nde defalarca yazdı...
AB müzakerelerinde de ipe unu serildiğine ilişkin kanaatini açıklamaktan çekinmedi…
Kürtlerin temel hak ve özgürlükleri konusunda mecliste ve yasal düzenlemeler yapmak suretiyle çözüm üretileceğine; yöntemin silahlı çözüme kaydırılışını eleştirdi...
Anayasa değişikliği için hiçbir şey yapılmadığını ısrarla yazdı...
Yani...
“İleri Demokrasi” için çıkılan yolda 28 Şubat dönemi demokrasisinden bile daha geriye düşüldüğü konusunda “samimi” makaleler yazdı…
Bu arada unutmadan: Yayımlanmış kırk kitabı var…
Kendisiyle yaklaşık seksen dakika süren sohbetimizde tartışma yapmak istemediğim için şeytanın avukatlığını da yapmadım…
Amacım düşünce ve görüşlerine “itiraz” etmek değildi…
Çünkü sohbetimizin amacı benim ne düşündüğüm değil onun ne düşündüğünü siz okurlarımıza aktarmaktı…
Ancak…
Öylesine dolu ki Altan, anlattıklarının hepsini bir günde yayımlasam okura günah…
Çünkü “çok uzun” deyip sıkılabilir…
Kısaltıp versem muhteşem bilgi birikimine ve emeğine haksızlık olur…
O halde parçalara ayırıp yayımlamak…
İlk bölümü buyurun lütfen…

 

-      Hocam; son Gezi parkı protestoları bir tür kültür çatışmasına dönmek üzere gibi... Ne dersiniz?.

-      İsabetli bir tespit... Türkiye’de nüfusun resmi olarak yüzde yetmiş yedisi kentlerde yirmi üçü kırsal bölgede yaşıyor. Bizim gençliğimizde kır/kent ayrımı önemliydi, ayrımın bir önemi vardı… Bugün ise kır/kent ayrımının yerini kent/metropol ayrımı aldı.

-      Kent/metropol derken neyi kast ettiniz?.. Çankırı da kent İstanbul da kent…

-      Evet doğru, içişleri bakanlığı kayıtlarına göre ikisi de kent ama o tür taşra kentleriyle İstanbul gibi bir megapolde yaşayanların kültürleri arasında büyük fark var. Bu kaotik gelişmelerin temelinde de işte o kasaba kalmış kentlerin kendi anlayışını megapola da yansıtmak isteme yanlışlığı yatıyor.

-      ‘Megapol’ derken elitizm söz konusu olabilir mi?...

-      Yok hayır, yaşam kültürü, giyim kültürü, düşünce kültürü…

-      Hatta ahlâk kültürü de..…

-      Evet evet ahlâk kültürü de tabii… Kasaba kalmış o küçük kentlerle megapol arasındaki fark; mezradaki minicik bakkalımsı dükkânla, beş yıldızlı süper market arasındaki fark gibi bir şey…

-      Abartmadığınızdan emin misiniz?.

-      Yok hayır abartmıyorum…  

-      Yani o küçücük kasaba kültürü megapol kültürüne baskın olmak ve hatta kendi kültürünü megapol halkına enjekte etmek mi istiyor?..

-      Evet, öyle… Ve öyle olduğu için kaotik bir durum ortaya çıkıyor… Dar bir anlayış bu kadar büyük, geniş farklı çeşitli yere üniforma giydirir gibi baskıyla dayatılmaya başlandı mı; bu tabii ki çok büyük reaksiyona karılaşıyor…

-      Bütün megapol yaşayanları için mi?..

-       Bakın; Türkiye’nin medyan yaşı otuzdur... Otuzu ölçü aldığınız vakit, nüfusun yarıya yakını otuz ya da otuzun altında… O kuşağın yetişmesi Türkiye’nin şartlarının çok ötesinde...

-      ‘Çok ötesinde’ derken?..

-      Yani çok ilerisinde… Everensel- küresel... Aynı zamanda buna ‘çoklu yönetim’ de diyorlar... Sosyal medyanın, teknolojinin katılımı günlük değil anlık hale getirdiği, her an herkesin, her karar sürecine müdahil olduğu bir yeni çağın gençleri bunlar...

-      Yani bir olaydan haberdar olduklarında tepkiyi bir gün sonra değil anında, eşzamanlı olarak veren bir gençlik…

-      Aynen öyle… Bu gençler öyle pederşahi bir şekilde; ‘ben sizin için düşünürüm. Bana itiraz etmeyin; her kararı da ben alırım. Sizin için de iyi olur’ gibi filan çağın geldiği noktayla hiçbir ilgisi ve bağlantısı olmayan; aynı zamanda klasik bir demokraside de yeri olmayan bu üslûptan çok rahatsızlar...

-      Gezi Parkı protestosunun temel sebeplerinden biri de o 'pederşahi' yaklaşım mı sizce?..

-      Evet; o yaklaşım tabii... Şimdi bakın… Bir taraftan kasabanın metropole dayatılmak istenilen anlayışı, diğer tarafta yeniçağın doğrudan demokrasiyle uyuşmayan o dayatmacı, baskıcı, ‘ben ne dersem o olur’ üslûbu; kentlerde kültürel olarak, sizin de altını çizdiğiniz üzere muazzam bir kitlesel çatışmanın ateşleyicisi oldu…

-      Sadece o kadar mı?.

-      Tabii bir de bu olup bitene bir dış boyut eklemek lâzım... Dünyanın da Türkiye’den beklediği var…

-      (Küçük bir kahkaha) 'Dış boyut' derken; dış mihraklar mı yoksa?..

-      (Küçük bir kahkaha) Yok yok; öyle değil... Yıllardır söylenir durur ya; diğer 56 Müslüman ülkeye iyi örnek olması, laik demokrasiyle İslâmiyet’in birlikte pek ala yürüyebileceği filan gibi…

-      O görüş veya umut, beklenti tıkandı mı?..

-      Bakın;  dünyada 57 Müslüman ülke var bu 57 ülkenin nüfus 1 milyar 600 bin, dünya nüfusunun dörtte biri yani… Ama üretimleri dünya üretiminin onda biri…

-      Klâsik açmaz mı yine?.. Bir ülke Müslüman’sa ekonomice de insani gelişmişlik açısından da geridir…

-      Değil tabii ama bir açmaz olduğu da kesin. Bu açmazı, bu talihsizliği, bu kadar yoğun nüfusa sahip olup bu kadar az üretime sahip olmanın getirdiği sorunları bir demokratik Müslüman; kadınlı erkekli yaşam biçimlerinin farklılığı filan olan, cennet haline dönüşmüş bir Türkiye ile aşmayı beklerken dünya olmadı, bekledikleri gibi olmadı gelişmeler…

-      Ne oldu da olmadı Hocam?..

-      Bütün dünya bir anda; bir tek adamın ‘Tük usulü diktatörlüğünü’ denemeye kalktığı, İslâmi çizgilerin çok arttığı; metropolün gereklerinin değil, kasabanın anlayışının öne çıktığı, dünyanın da taşıyamayacağı bir başka yüz gördü.

-      Hocam; G8 içinde bir İslâm ülkesi var mı?.

-      Hayır, yok; çünkü zengin Müslüman ülke yok. Aslında burada kültürel olarak sorulması gereken çok fazla soru var. Niye Müslüman ülkeler zenginleşemiyor?..

-      Edward Said Müslüman ülkelerin Batı tarafından kasten geri bıraktırıldığını iddia ediyordu. Batı’nın Doğu’yu bilhassa aptal ve cahil bıraktığını savunduğunu hatırlıyorum aklımda yanlış kalmadıysa…

-      Ama yani niye tersi olmadı?.. Birisi diğerini cahil bırakmayı biliyor de diğeri neden bu imkândan kendini mahrum bıraktı?.

-      Hegel de bu geri kalmışlığı Doğu'da irade ve bilincin özgür olmadığına, cehalete, inanç anlayışının kısırlığına bağlıyor… 

-      Bir Fransız yazar, akademisyen Guy Sorman ‘Ülkelerin Yeni Zenginliği’ diye, Adam Smith’in ‘Ulusların zenginliği” isimli eserine atıf yapan bir kitap yazdı. Yerinde gidip, görüp, yaşayarak ülkelerin geri kalmışlık nedenlerini araştırarak yazdığı kitapta meselâ bir zamanlar çok revaçta olan tezlerin geçerliliği konusunda Sorman’ın verdiği çok güzel bir örnek var.

-      Nedir o örnek?..

-      Arjantin… Arjantin 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar dünyanın en zengin ilk on ülkesinden biri ve hiçbir şekilde bir sömürünün hedefi olmuyor, bir emperyalist müdahalenin hedefi olmuyor. Fakat 2. Dünya Savaşı’ndan sonra hiçbir dış müdahaleye maruz kalmadığı halde ilk ondan çok daha aşağılara düşüyor. Kitapta o ülkelerin yönetim kabiliyetlerinin ekonomik akla uyumsuzluklarının sonucu olarak ekonomice geri kaldıkları iddiası da var. Burada tabii benim gençliğimde….

-      Yine gençsiniz, daha durun hele….

-      (gülüşmeler) Emperyalizm teorilerini zora sokuyor. Akademik olarak bunların neden geri kaldığını pek söyleyemiyor.

-      İspanya, İngiltere, Fransa, Portekiz, Hollanda gibi ülkeler sömürgecilik yaptılar ama tarihi boyunca sömürgecilik girişimi bile olmayan Almanya hepsinden daha zengin oldu. Portekiz’in halen sömürgeleri var….

-      Doğru. Sorman’ın tezini de doğrulayan bir durum... Almanya’nın uyum kabiliyeti çok yüksek... Almanya’yı çok yakından izlemeye çalışıyorum. Yeniçağla birlikte olağanüstü bir başarısı var. Bu, yeniden Avrupa’nın en güçlü ülkesi olmasını sağladı. Bunlardan biri; çözüm kabiliyetinin nasıl yüksek olduğunu görmek açısından söylüyorum- Doğu ve Batı Almanya’yı birleştirmesidir. Bu muhteşem başarı Kohl ve Schroeder’in başarısıdır. Almanya çok uzun bir zaman bizim komünal Kapitalizm dediğimiz, dayanışmacı; yani Anglosakson, bireysel kapitalizmden çok daha farklı olan, bireylerin çıkarlarından ziyade bunu toplumsal zümreler haline getirdikleri bir yapıyı aşarak; Schroeder’in reformları sayesinde ülkenin ekonomik rejimini değiştirmiştir.

-      Ve son yıllarda da bir Doğu Alman olan Merkel tarafından yönetiliyor…

-      Evet, ayriyeten… Bu bir taraftan Doğu ve Batı’yı birleştirmesi bir taraftan komünal Kapitalizmden bireysel kapitalizme geçebilmesi; çok temel sorunlarını çözebilme kabiliyetini gösteriyor. Biz şurada halâ kültür çatışmasını, Kürt meselesini, Alevi sorununu tartışıyoruz. Halen Cumhuriyetten devreden hiçbir sorunu çözebilmiş değiliz.                 

-      Türkiye’nin en büyük şehrinin en küçük parkında; çağa çok uygun, kitap okuyarak, şarkılar türküler söyleyen üç yüz – dört yüz kişinin sistemi yıkacaklarından mı korkuldu ki biber gazı bombalarıyla, tazyikli sularla, çadırları yakılarak o protestocu gençlere müdahale edildi?.. Eğer sistem 300 – 400 delikanlının şarkılarıyla, türküleriyle yıkılacak kadar zayıfsa burada bir sorun yok mu?.

-      Ben şöyle, Ak Parti’nin yönetim anlayışını; temel farklılıklar şuradan çıkar. Fransa’ya öğrenci olarak gittiğimde ki işte çok kitaplı, çok okumuş, çok yazmış bir aileden gittim. Demokrasinin ne olduğunu orada gördüm. Demokrasi eylemdir. Yani her gün bir grev vardır. Her gün bir protesto vardır. Her gün bir yürüyüş vardır. Her gün bir imza kampanyası vardır.

-      Beyaz Saray’ın karşısındaki parka her gün yüzlerce küçük guruplar toplanıp farklı konularda başkanı, yönetimi eleştirmezler mi?..

-      Evet evet aynen öyle. Fransa’nın da 35 yıl öncesinden bahsediyorum. Türkiye’de demokrasinin eylem olduğunu; hakların, taleplerin genişletilmesi için demokratik imkânların kullanılması olduğunun bilincinden çok uzak. Ak Parti kendi lehine olmayan her hareketin arkasında kendisini devirmeye yönelik büyük bir tehlike görüyor.

-      Esad da öyle değil mi?.. O da her hareketin arkasında kendisini devirmek amacı olduğunu düşündüğü için katletmedi mi kendi halkını?. Ama kendisi miting yaptığında milyonlarca Suriyeli özgürce toplanmadı mı?..

-      Otoriter rejimler veya otoriterleşme eğiliminin olduğu her ülkede durum aynıdır. Onun içindir ki Başbakan da her yerin kendi kontrolü altında olmasını istiyor. Onun içindir ki minnacık mezradaki derneğin yönetiminden Türkiye’nin her şeyi ve kendisinin dışında bir başka unsurun kendine biat etmeyen bir unsurun, kendine inanmayan ve bu arada çalışma ofisinin penceresinden kadınların etek boyarını inceleyen, birbirlerine sarılıp ya da el ele yürüyen gençlerin davranışlarının ahlâki olmadığını söyleyen falan… Kalçası kırılan bir eylemci kız için ‘kadın mıdır? Kız mıdır? bilemem’ lafı meselâ… 

-      Yani bakire midir? Değil midir?..       

-      Yani…

-      Peki eyleme katılanların cinsiyeti ya da bir kadının bakire olup olmaması çok önemli mi sizce?.

-      Yaa, hiçbir şey önemli değil; yeter ki katılımcı insan olsun…

-      İleri demokrasi ne oluyor böyle durumlarda?..

-      İleri demokrasi mi?.. Unutuluyor herhalde ki biz anayasa referandumuna gidilirken ‘ileri demokrasi’ diye destek verdik.

-      Pişman mısınız?.

-      Bugün aynı çizgiye dönüş yapsınlar yine desteklerim…

-      Yani bugün ileri demokrasiden geri demokrasiye mi dönüş var?..

-      Bakın; Türkiye’de insanlar partiler üstünden yargılanıyor. Kendi farklılıkları üzerinden hiç kimse kimseyi değerlendirmiyor çünkü kimse kimseyi okumuyor, yazmıyor… Benim kırk tane kitabım var. Yani, çok uzun yıllardır yazıyorum. İlk şiirim, ilk imzan 68 yılında yayımlandı. Bir insanın siz siyasi tutarlılığını yargılayacaksanız siyaset üzerinden değil yazdıkları üzerinden yargılayacaksınız. De ki sen şunu şu zamanda şöyle yazdın bu gün böyle yazıyorsun. Ben hayatımda hiçbir zaman yazdıklarımla ilgili böyle bir eleştiriyle karşılaşmadım; yani daha böyle olması gereken ve nitelikli, ilke üstünden eleştirel bir ortam görmedim. Türkiye’de insanları partiler üstünden yargılarlar. Halbuki bu partilerin hepsi 12 Eylül rejiminin partileridir.

 

 

Efendim; bugünlük bu kadar…

Yarın devam edeceğim…