Hürriyet gazetesi yazarı Murat Yetkin, tutuklu gazeteciler
konusundaki sorunları ve yaşanan tartışmaları hatırlattı...
"Türkiye de bölge de zor bir dönemden geçiyor" diyen Murat
Yetkin, yazısını şöyle bitirdi:
"Ancak darbe girişimini boşa çıkararak demokrasiye sahip
çıktığını gösteren Türkiye’ye, hiç de parlak olmayan bu iddialar ve
bu tablo değil, demokrasinin kalitesini yükseltme ve hala bağlı
olduğu vurgulanan Avrupa demokrasi değerlerine yaklaşan adımlar
atmak yakışıyor."
İşte Murat Yetkin'in o yazısı:
TUTUKLU
GAZETECİLER VE DİĞER CİDDİ KONULAR
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ve
AB İşleri Bakanı Ömer Çelik Batı ülkelerine daha çok seyahat
ettikleri için hapisteki gazeteciler sorularına en çok onlar
muhatap oluyor.
Verdikleri cevap aynı: Yazıp çizdikleri nedeniyle içeride olan
gazeteci, ya da yazar yok.
Bu dedikleri kısmen doğru, çünkü savcılar, hâkimler epey bir
yıldır gazetecileri, yazarları içeri atarken başka gerekçeler
buluyorlar. Bu gerekçeler çoğunlukla terörle ilgili oluyor, çünkü
can alan saldırılardan yaka silkmiş millete “terör” denilince akan
sular duruyor.
Öte yandan dünyada gazetecileri, yazarları hapiste olan
ülkelerdeki suçlamalar da zaten artık “şunu yazdın, bunu söyledin”
diye olmuyor genellikle; terörizm oluyor, casusluk oluyor, vatana
ihanet oluyor.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti sayılarına göre ülkemizde hapiste
olan 143 gazeteci, yazar ve yayıncının büyük kısmı –özellikle de 15
Temmuz 2016 kanlı darbe girişiminden bu yana- ya FETÖ ya da PKK
üyeliği ya da yardımcılığı zannı altında.
Hatta Kemalizmin kalesi sayılan Cumhuriyet yazar ve
yöneticilerinin suçlandığı gibi aynı anda hem İslamcı FETÖ, hem de
PKK’ya üye olmak ve yardım etmek gibi bir suçlama altındalar.
Şurası doğru: gazeteci, ya da yazar olmanın hiç kimseye suç
işleme özgürlüğü vermez, suç işleyen bağımsız mahkemelerde
yargılanmalıdır. Ancak gazeteci ve yazarların, haklarında suç
işlediklerine dair ortaya konmuş kanıtlar olmadıkça tutuksuz
yargılanmasını talep etmek de doğrudur ki bu da bütün vatandaşlar
için geçerlidir.
Tabii bir henüz mesela (benim de üyesi olduğum) Uluslararası
Basın Enstitüsü’nün (IPI) Türkiye kolu başkanı, solcu bir aydın
olan Kadri Gürsel’in nasıl olup da yazı hayatı boyunca terör
eylemlerine karşı durduğu PKK’ya ve aynı anda yazı hayatı boyunca
karşı durduğu Fethullah Gülen örgütlenmesine üye olduğuna dair
kanıtları göremiyoruz.
Çünkü Gürsel ve Cumhuriyet’te çalışan diğer 9 meslektaşımız
bugün 126’ıncı gündür tutuklular; henüz haklarında ne iddianame
yayınlandı, ne mahkemeye çıkarıldılar. Bu süre mesela Nazlı Ilıcak
için 226, Şahin Alpay ve Ali Bulaç için 225, Ahmet Altan için 170
gün.
Özellikle de darbe ve terörizm gibi ağır suçlarla ilişkisi olan
kimseyi savunmak gibi bir işimiz de olamaz, bize de düşmez, ama
meslektaşlarımız aleyhine suçlamaları da bilmiyoruz, suçlu
olduklarına dair mahkeme kararı da bulunmuyor.
Bu örnekler arasında en çarpıcı olanlarından birisi Ahmet Şık’ın
durumu.
Ahmet Şık daha önce 2011 yılında Fethullahçıların devlet
içindeki hâkimiyet çabasını açığa çıkaran, ama henüz yayınlanmayan
kitabı nedeniyle tutuklanmıştı. Tam 375 gün içeride kaldı.
O zamanla hükümetin göz bebeği olan savcı Zekeriya Öz’ün
tezgahıyla yapıldığı bugünlerde anlaşılan bu tutuklama, 15 Temmuz
sonrasında Dışişleri Bakanlığı dâhil devlet kurumları tarafından
Fethullahçıların yaptığı kötülüklerin kanıtı olarak yurt dışında
örnek gösterilmişti.
Ahmet Şık bugün 72’inci gündür içeride ve akla ziyan olacak
şekilde Fethullahçılıkla suçlanıyor.
Yılların gazetecisi Hasan Cemal hakkında 9 Mart günü savcılık 13
yıl hapis cezası istedi; 2013 yılında PKK’nın terör eylemlerine son
vermesi gerektiği, diyalogun desteklenmesini isteyen bir yazı
dizisi nedeniyle. Üstelik savcılık, yazı dizisine adeta seri
cinayet muamelesi yaparak suç tekrarı iddiasıyla cezayı en üst
dilimden istemiş.
Yalnızca hapisteki gazeteciler değil, Türkiye’deki diğer hukuk
konuları yerli ve uluslararası kuruluşlar tarafından dile
getiriliyor.
Ancak daha önceleri muhatap alınan, cevap verilen bu rapor ve
iddialar artık gerek Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Başbakan
Binali Yıldırım, gerekse AK Parti hükümeti yetkililerince muhatap
alınmıyor, dikkate alınmıyor ve geri çevriliyor.
O kadar ki, artık bu durum da şikâyet konusu edilmeye başladı.
Örneğin Birleşmiş Milletlerin İnsan Hakları Yüksek Komiseri Zeid
Ra’ad el-Hüseyin, güvenlik operasyonlarındaki can ve mal
kayıplarıyla çatışmalar nedeniyle yerinden edilenler konusundaki
çalışmalarının Türk yetkililerce ciddiye alınmadığını, gerçek dışı
sayıldığını açıkladı.
Geçmişte Çavuşoğlu’nun başkanlığını yaptığı Avrupa Konseyi
Parlamenterler Meclisi’nin İzleme Komitesi 8 Mart’ta kurucu
üyelerinden Türkiye’nin “temel haklar, hukuk devleti ve
demokrasinin” işlerliği konularında izlemeye alınmasını önerdi;
Nisan’da oylanacak.
Yine Avrupa Konseyi’ne bağlı Venedik Komisyonu 10 Mart’ta
yayınladığı raporunda 16 Nisan’da referanduma sunulacak anayasa
değişikliği taslağının Türkiye’deki demokrasi bakımından “geriye
doğru atılmış bir adım” olacağını öne sürdü. Bu referanduma 15
Temmuz sonrasında ilan edilmiş olağanüstü hal altında gidiliyor
olması da sayılan sorunlar arasında.
Raporun kabul edilmeyeceği daha yayınlanmadan ilan edilmişti
hükümet tarafından.
Türkiye de bölge de zor bir dönemden geçiyor.
Ancak darbe girişimini boşa çıkararak demokrasiye sahip
çıktığını gösteren Türkiye’ye, hiç de parlak olmayan bu iddialar ve
bu tablo değil, demokrasinin kalitesini yükseltme ve hala bağlı
olduğu vurgulanan Avrupa demokrasi değerlerine yaklaşan adımlar
atmak yakışıyor.