Ertuğrul Özkök: Erdoğan'a karşı çık diyenler şimdi onun çevresinde
Yeni romanı Tuhaf Çocuğun Fevkalade Hikâyeleri için kapısını çalan Aksiyon ekibi ile Özkök, toman dışında her şeyi konuştu.
Aksiyon dergisinden Muhsin Öztürk ve Cemal A. Kalyoncu'ya konuşan Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök "Erdoğan'a karşı çık" diyenler şimdi onun yanında sözleri ile dikkatleri üzerine çekti.
İSLAMCI SİYASETÇİLER İNŞALLAH SEÇİM DAYAĞI YERLER DE...
Ertuğrul Özkök röportajda, "Hiçbir zaman Kemalist olmadım" diyor. "Türkiye'nin ne Kemalist ideoloji ile ne de İslamcılıkla yönetebileceğini düşünüyorum" diye ekliyor. Tek parti döneminden bu yana devletin herkese dayak attığını, mağduriyet edebiyatına rağmen sadece İslamcı siyasetçilerin dayak yemediğini düşünüyor. "İnşallah bir seçim dayağı yerler de, Türkiye'nin bütün dayak yemişleri olarak, dayak atılmayan ve yenmeyen bir Türkiye'yi inşa edebiliriz" görüşünde.
Yeni romanı Tuhaf Çocuğun Fevkalade Hikâyeleri için kapısını çalan Aksiyon ekibi ile Özkök, toman dışında her şeyi konuştu.
KENDİMİ HİÇ BİR ZAMAN
GAZETECİ OLARAK TARİF ETMEDİM
-Niye bir roman yazma ihtiyacı hissetiniz, popüler
gazetecilik-köşe yazarlığı varken elde?
-Benim gazetecilikten daha önemli bir tarafım var. Ben sosyoloğum.
Gazeteciliğe çok geç başladım. 40 yaşında. Aldığım eğitim
iletişimdi, iletişim dersleri veriyordum ama... Hiçbir zaman
kendimi gazeteci olarak tarif etmedim. Sosyolog ve gözlemci tarafım
daha fazla. Yazı hayatına deneme ile başladım. Ama hayatımda hayal
kurmanın çok önemli bir yeri oldu. Gazete yazılarımın içinde
mutlaka bir hikâye vardır. Çünkü fikir adamı değilim ben. Fikir
adamlığının da ne olduğunu anlamıyorum açıkçası. Bir Karl Marks,
bir Dekart, bir Kant değilseniz fikir adamlığı çok da manası olan
bir şey değil benim için.
-Ne zamandan beri?
- En baştan. Aksiyon, her zaman düşünceden daha çok etkiledi, beni.
Hayatımı bir roman kahramanı gibi yaşadım. Çocukluğumdan beri
gelişmeleri önceden görme ve orada olma duygum vardı. Övünmek gibi
değil, İzmir'de ilk saçını uzatan adamlardan biriydim. Fethulllah
Gülen Hoca'nın bir kitabı ile ilgili bir yazıda, o cemaat fikrini
savunurken 'duvar içerisinde bir tuğla olmayı' dile getiriyordu,
ben de "Aksini düşünüyorum. Ben duvar içerisinde bir tuğla olmayı
reddederek büyüdüm" dedim. Hiçbir zaman bir cemaat adamı olmadım.
Hep tek başıma yaşadım. Kendime bir ada kurdum. İnsanın kendini
izole edip, bir koza kurup orada yaşaması için ille de büyük
imkânlara sahip olması gerekmiyor. Bu parayla ilgili değil.
İnançlarda da vardır. Büyük bir inanç gövdesi içinde yalnız yaşayan
insanlar da var. Hallacı Mansur gibi. Ayrı tek başına giden
damarlar var. Böyle olduğu zaman hayal kurmak ve o hayal dünyası
içinde yaşamak büyük bir savunma mekanizması hâline geliyor. Hukuki
sicilinde hiçbir cezai unsur olmayan birisiyim. Suç işlemedim.
Devletin kanun ve kurallarına saygılı yaşadım. Ama kendi hayatımı
da kendim kurmak istedim. Uymak zorunda olduğum toplumsal olarak
kabul edilmiş kanunlar dışında, kendi hayatıma, mahremime dair
şeyleri hep kendi kurduğum ahlak içinde yaşamaya çalıştım. Bu
romanı biraz da bu duygu ile yazdım. Orada bana ait olan şey bu
duygu, olaylar değil. Benden ancak yüzde 5 iz taşır.
-Sol kolektif gruplar içinde kendine ait bir dünya
kurmak öyle kolay bir şey değil. Kitapta anlattığınız gibi
Venedik'te Ölüm filmi mi etkili oldu bunda?
Benim burjuva olmak arzumun miladı diyelim ona. O filmi izleyince
ben 'burjuva olmak istiyorum' dedim. Bizim kuşaklarımız burjuvayı
kötüleyerek büyüdü. İzmir Kahramanlar'dan çıktığımdan beri içimden
burjuvaziyi düşman ilan etmek gibi bir şey olmadı. Bu sınıf atlamak
demek değil. İyi yaşamak istedim, doğru. Bu bireysel bir tavır
almakla ilgili. Bugün en çok Türk burjuvazisini eleştiriyorum.
İddia ediyorum çocuklarına hiç iyi miras bırakamıyorlar. Türk
burjuvazisi tarihinin en büyük fırsatını kaçırıyor. Bugün 30
işadamı çıksa 'Yok kardeşim, bu iş böyle değil' dese Türkiye'nin
kaderi değişir. Bu korkaklıkla kendilerine ihanet ediyorlar,
çocuklarına ihanet ediyorlar.
-Kendileri olamadıkları için mi?
Olamadıkları için, evet.
30 İŞADAMI ÇIKSA 'BU İŞ
BÖYLE DEĞİL' DESE...
-Daha önce Türk burjuvazisi kendisi olabilmiş miydi
ki?
Zaten Türk burjuvazisi diye bir burjuvazi yoktur. Oluşma ihtimali
vardı, onu da yok ettiler. Türk burjuvazisi denilen şeyin bugün
Türk tablolarının değerlerini suni olarak artırıcı rekabet içinde
olmaktan başka burjuvalıkla ilgili hiçbir davranış kalıpları yok.
Sadece modern sanatta fiyat artırma yarışı içindeler.
-Burjuvazinin var oluşu bireysel özgürlükler lehine
siyasi tavır göstermekle ilgili sonuçta değil mi?
Türk burjuvazisi bir müzayede burjuvazisidir. Ukrayna'da şu hareket
başladığı zaman başında Ukrayna'nın en zengin iki adamı vardı.
Alışveriş merkezlerine ekran kurdurup, naklen yayın yaptılar. Bizde
de yok değil. Koçların duruşlarını açıkçası takdir ettim. Mesela
Cem Boyner'i, Ümit Boyner'i... Aydın Bey'i ayrı yere koyuyorum.
Gezi sırasında Silk&Kashmir'in sahipleri "Biz orada açmayız"
dediler. Küçücük şeyler belki ama önemli. Türkiye'de gözümüzün
önünde 'parlamenter sistem bekleme odasında' diye konuşuyor bir
cumhurbaşkanı, bir tepki yok ülkede. Bugün gazetelerde var, MİT
tırlarıyla ilgili bilmem kaç kişiyi içeri almışlar. Ana suçlama
'seçilmiş hükümeti ortadan kaldırma teşebbüsü'. Böyle bir suç varsa
o hükümetin oluşmasına meşruiyet zemini veren parlamentonun ve halk
tarafından kabul edilmiş anayasanın ortadan kaldırılması suç değil
mi? Daha büyük suç. Halk mı aldı 'bekleme odası' kararını. Hayır.
Halk seni cumhurbaşkanı seçti. Cumhurbaşkanının ne olduğunu da
anayasa yazıyor.
MEDYANIN KENDİ İÇ
KAVGALARINDA GERÇEK İYİ KÖTÜ ORTAYA
ÇIKIYORDU
-Bir haftadır iktidar Doğan Grubu'nu terörizme destek
veren bir grup olarak lanse ediyor. Gezi'yi de, CHP'yi, paraleli de
katıyor işin içine. Bir şekilde kim terörist, kim darbeci ben tayin
ederim tavrı var. Bu devletin kimyası niye değişmiyor?
Eskiden beri kimin 'hain' olduğunu devlet tayin ediyordu. Ama ne
diyoruz biz şimdi, devlette 'süreklilik var'. O zaman 28 Şubat'a
niye kızıyorsun kardeşim? O zaman da birtakım adamlar çıktı "Bu
ülkede mürteci kimdir ben tayin ederim" dedi. Şu anda daha devletçi
bir şey yaşıyoruz. O devirde iyi ya da kötü, çalışan kurumlar
vardı. Medyası vardı, iyi kötü. Medyanın kendi iç kavgaları vardı
ve gerçek kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Yargı iyi kötü
çalışıyordu. Polis böyle değildi. İstihbarat, ailemizin
istihbaratçısı değildi. Kötü alışkanlıkları vardı, bir şey
demiyorum, bunların değiştirilmesi gerekiyordu. Bugün Cumhuriyet'te
Ahmet Cemal'in yazısını okudum. "Cumhuriyet'i kuran ilk kuşak kendi
devrimini yaptı, şimdi Cumhuriyet'i eski alışkanlıklarla değil
yeniden kurmamız lazım" diyor. Haklı. Medyayı da Cumhuriyet'i de
devleti de yeniden kurmamız lazım. Ama bunların yöntemiyle değil.
Bunlar Türkiye'yi yeniden tek parti yönetimine götürüyorlar.
Kayınpederim CHP milletvekiliydi ve onun babası rahmetli Hulusi
Oral Denizli CHP il başkanıydı tek parti döneminde. Ben tek parti
il başkanı nedir biliyorum. Bugünkü valiler tek parti il başkanı
gibi davranıyor.
-'Yeniden kurma'yı sistem meselesi olarak biraz daha
açabilir miyiz?
Ülkenin Atatürk'le bir meselesinin olmaması lazım. Atatürk bu
cumhuriyetin kurucu babası. Ülkeye moderniteyi getiren adamdır.
Kemalizm adına yapılan birtakım saçmalıkları Atatürk'e mal etmek
dünyanın en büyük haksızlığı olur. Ben Kemalist değilim. Hayatımda
hiçbir zaman Kemalist olmadım. Dolayısıyla rahat konuşuyorum.
Atatürk'e müthiş bir saygım var, emin olun o saygım her geçen gün
biraz daha artıyor. 68 yaşına geldim neticede, bakıyorum bu ülke
her şeye rağmen idare ediliyor. Arap dünyasına bakın. Müslüman
dünyanın ülkelerine bakın. Ama şunu söyleyeyim; maalesef Cumhuriyet
tarihinin en kötü yönetimini yaşıyoruz şu anda. Tek partiden beter.
İsmet İnönü vicdansız bir insan değildi. Müslüman vicdanlıdır
diyorlardı, inanıyorum hâlâ ama Müslümanlık adına yapılan
vicdansızlıkları da gördük.
TÜRKİYE İLK İÇ SAVAŞINI
ŞİMDİ YAŞIYOR
-Kemalistler, 'yeniden kurma' işini 20 yıl önceden hesap
edebilseydi muhtemelen şikâyet ettiğiniz şeyler olmayabilirdi. Bu
konuda bir hayli geç kalınmadı mı?
Toplumların değişimini değerlendirirken geç kalınmış erken olmuş
gibi değerlendirmeler yapmak zor. Türkiye'de bizim bir iç savaşımız
olmadı. Kanlı iş savaşlar yapamadık. Bana göre ilk iç savaşımızı
şimdi yaşıyoruz. Kanlı geçmiyor Allah'tan.
-70'ler peki?
70'ler öğrenci olaylarıydı. Bir kere bu ülkede herkes dayak yedi.
İlk dayak yiyen milliyetçiler oldu. Tabutluk olaylarında(1944).
İkincisi modern muhafazakârlar yedi dayağı, rahmetli Adnan Menderes
döneminde. Hatalar yaptılar ama hak etmedikleri dayaklar yediler.
Onların hak ettiği tek şey, en büyük cezaları seçimle gitmek
olmalıydı.
-Peki, 44 öncesi?
Tek parti yönetimi attı orada da dayağı. O da seçimle dayak yedi
1950'de. İyi de oldu. Sonra işte ilk büyük hata, günah odur
Türkiye'de; 27 Mayıs Darbesi. Bu darbe modern muhafazakârlara
geldi. Daha sonra 12 Mart'ta Türkiye'de darbe ile iktidara
geleceğini düşünen solcular dayak yedi. Dayak atmaya gelirlerken
dayak yediler. Ve bütün Hasan Cemal'ler, Cengiz Çandar'lar o
dayaktan çıkarak demokrat oldular. Maalesef ben de, yani hepimiz.
12 Eylül'de en büyük dayağı ülkücüler ve solcular yedi. 28 Şubat
bence dayak rejimi değil. 28 Şubat'ta ne hapse giren var doğru
dürüst ne hapiste ölen insan var. 28 Şubat'ta en önemli şey işinden
olmaktır.
-İntihar eden de var.
Ben vicdanlı adamım. Öyle çok değil o.
-Ağır baskı vardı.
Baskı altına alındılar, işinden oldular. Anlıyorum, anlamazlıktan
gelmiyorum. Ama bu köklü dayak değildi o. Köklü dayak hayatını
kaybetmektir, içeri girip 5-6 yıl yatmaktır. Bakın 90'larda Kürtler
de dayak yedi. Aleviler hep dayak yediler zaten. İşinden olmaksa
mesele bugün işinden olan insan sayısı 28 Şubat'ın 20-30 katı.
-Niye adı postmodern darbe oldu?
Peki, postmodern darbe diyelim. Türkiye'de bugüne kadar dayak
yemeyen tek kesim Sünni İslamcı kesimdir. Müslümanları değil,
İslamist siyasetçileri kastediyorum. Gerçek manada dayak yemediler.
Diyorum ki inşallah o kesim de bir seçim dayağı yer, hepimiz
otururuz "Bakın hepimiz dayak yedik!" deriz. Erdoğan 3,5 ay hapis
yattım diyor, 12 yıldır mağduriyet çekiyor. 5 yıl yattı adamlar
yahu. Bana 3,5 ay deyip televizyonlu konforlu koğuş ağası gibi
oturarak yattığın hapishaneden bahsetme. Süleyman Demirel de Deniz
Baykal da senden daha fazla yattı. Alparslan Türkeş 4 yıl yattı,
ağzından bir gün hapishane mağduriyeti edebiyatı dinlemedik.
Diğerlerinden de dinlemedik. Bu ülkede zaten hapiste yatmayan
siyasetçi yok neredeyse. Muhafazakârların ıstıraplarını anlamıyor
değilim. Kendimi de eleştiriyorum o konuda. Keşke bazı şeyleri...
Üniversiteye alınmayan kızın acısını... Ben hayatım boyunca
üniversiteye türbanla girilmesinden yanayım, bir tane yazım yoktur
üniversitede türban yasaklansın diye.
BİR, TÜRBANLA İLGİLİ HABER İSTEMİYORUM... İKİ, KARA CUMA HABERİ İSTEMİYORUM
-Kişisel olarak mı?
Gazete olarak da. 22 Mart'ta yönetime geldiğimde ilk talimatım bu
oldu. "Bir, türbanla ilgili haber istemiyorum. İki, cuma günleri
cami önüne 10 tane adam toplandığında 'Kara Cuma' haberi
istemiyorum" dedim. Ha sonra yanlış yapmadım mı? Dünya kadar yanlış
yaptım. Yanlış yapmadım demedim. Bazen de istediğin şeyi
yapamıyorsun, o da var. Bir güç olduğundan değil, resmen masa
şehveti bu. Aydın Bey bana sordu "Sen bu fotoğrafı yayınlar
mıydın?" dedi. Dedim ki "Aydın Bey bunu bana sormayın. Çünkü o
kararı vermek için o masanın başında oturuyor olmak lazım." Nasıl
ki Tayyip Erdoğan belagat şehvetiyle çıktığı zaman tutamıyor
kendini, nasıl ki yazarken ağzımızdan kaçıyor şeyler o masanın
psikolojisi farklıdır. Onun için hiçbir arkadaşıma ben olsaydım
yapardım yapmazdım diye bir söz söyleyemem. Ayrıca bunun tartışması
da var. Birçok demokratik ülkede "ben veririm" diyor.
BEN MANŞETLER SAYFASINI
AÇARSAM KİMSE SOKAĞA ÇIKAMAZ
-Gazeteciliğin yer yer egemen iktidarın günahına ortak
olduğu gerçekliği var. Eskiden de var, şimdi de... Mesela sizin
eski manşetler konu ediliyor. Bugün iktidar medyası çığır
açtı...
Bakın, ben manşet sayfasını bir açarsam kimse sokağa çıkamaz. Ali
Tatar'ın fotoğrafını asarım bir tarafa, diğer tarafa da Sümeyye
suikastı manşetini asarım. Ben bunu darbeleri soruşturma
komisyonuna da söyledim. Önüme çıkara çıkara "411 el kaosa kalktı",
"Gerekirse silah kullanırız", "Vay şerefsiz", "Silahsız kuvvetler
devreye girsin" manşetleri getiriliyor. Hepsini de savundum orda.
"Gerekirse silah kullanırız" 5 gazetede manşetti, sadece bana
sordular. Çünkü en etkili ben verdim. Bir komutan 35. maddeyi
hatırlatıp, "Gerekirse silah kullanmaya izin veriyor" diyor. Bana
komisyonda sorduklarında "Kafamdan mı uydurdum, yoksa o asker mi
söyledi? Niye benden çıkartıyorsunuz? Kusura bakmayın, neyi manşet
yapacağımı size sormam!" dedim. O, 35. madde hâlen o gün duruyordu.
"Peki, söyleyin, 10 yıldır iktidardasınız, kaldırdınız mı o
maddeyi?" dedim.
-Eski dönemde dominant karakter askerdi, şimdi siyasi
iktidar. Ana akım medya o söylemi bir şekilde paylaşıyor. Peki, bu
zincir kırılmayacak mı?
Herkes dayak yediği zaman herkes aklını başına alacak. Herkes dayak
yedi Türkiye'de. Dayak yemeyen tek bir kesim var, şu anda muktedir
olan kesim. Onlar da bir seçim dayağı yerse eğer ki... Emin değilim
yiyip yemeyeceklerinden. Neticede seçim, demokrasi bu. Halk yürü de
diyebilir.
-Erdoğan anlattığı kadar dayak yememiş olabilir ama bu
siyasete destek verenler dayak yediler.
Dayak yedikten sonra dayak mı atıyorlar? O zaman daha büyük tehlike
var demektir. Her dayak yiyen sonrasında intikam almaya kalkarsa bu
daha büyük sorun. O yüzden 'Bir çizgi çekelim' diyorum. Herkes
hesap sorma meraklısı. Bir çizgi çekip ileriye bakmazsak Türkiye
'intikam zincirleri faciası' yaşayacak. Rövanş ve intikam. Emin
olun hiçbirimiz mutlu olamayız. Çocuklarımız da mutlu olamaz. Sen o
manşeti attın, ben bu manşeti attım bunun manası yok. "Bana ikide
bir manşetten bahsetmeyin, manşetlerinizi yazarım sokağa
çıkamazsınız" diye yazacağım.
-Peki, nasıl bir denge üzerinde geçmişe sünger
çekilecek? Laiklik tarifi mi değişecek?
Bence bu laiklik tarifi, tanımı vs. bunlara hiç gerek yok. Bir
numaralı şart; bir kere bu toplumun kendisini oluşturucu unsur
gören insanların her bir tarafının bütün duygularıyla, gönülleriyle
'Bir arada yaşamak istiyoruz' irade beyanında bulunmaları lazım.
Kürtler, Müslümanlar, modern Türkler, Beyaz Türk ya da değil,
Aleviler, Sünniler, Karadenizliler, Egeliler, mini etekliler, başı
türbanlı kızlar, türbansız olanlar. Bir numaralı anayasa budur: Biz
bir arada yaşamak istiyoruz.
İki, biz bir arada birbirimize saygı göstererek yaşamak istiyoruz. Çok basit şeyler. Biz özgür, demokrat, korku yaratmayan bir toplumda yaşamak istiyoruz. Dört, tek adam rejimi istemiyoruz. Demokratik bir sistem istiyoruz. Kontrol mekanizmaları olan, seçimle iş başına gelecek, seçimle iş başından gidecek bir yapı istiyoruz. Asker vesayeti istemiyoruz ama darbeci sivil vesayet de istemiyoruz. Bir kere bu çerçeveyi çizelim, ondan sonrası kolay. Ondan sonraki işler nedir? Bir, inançlar üzerine baskı olmasın. İki, devlet de inançlarla yönetilmez.
-İdeolojilerle de yönetilmez!
İdeolojilerle de yönetilmez. Doğru. Kemalist ideoloji ile de
yönetilmez, İslamcılıkla da yönetilmez. Şimdi bu çerçeveyi
çizdikten sonra gerisi zaten demode tartışmalar.
TÜRKİYE'DEKİ TEK SORUN
HÜRRİYET'İN LOGOSU MU?
-Burjuvanın tavrından söz ettiniz. Hürriyet geçmişte
farklı bir manşetle çıkmış olsaydı bugün Türkiye'de daha farklı
sosyolojik süreç geçirir miydi?
Bunlar çok kolaycı şeyler. Geçen bir televizyondan Hayko Bağdat
Hürriyet'in tepesindeki 'Türkiye Türklerindir' sözünü açtı.
"Türkiye'de herkes Kürt meselesinin çözümünde anlaştı, devlet
hazır, Tayyip Erdoğan şu demeçleri vermiyor, MHP diye bir fenomen
yok, Türkiye'nin bir tek sorunu kaldı Hürriyet'in tepesindeki
Türkiye Türklerindir yazısı. Bunu mu demek istiyorsun?" dedim. Yok
ama falan... Hürriyet gazetesi, neticede 300-350 bin satan bir
gazete. Sen önce parlamentodaki partilerine şu anayasanın şu
maddesini değiştirin desene. "Türkiye Cumhuriyeti devletine
vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk'tür" diyor o madde. Sen
bunu değiştir, ondan sonra Aydın Doğan'a 'Anayasa böyle yazmıyor,
sen bunu niye yazıyorsun, sen aykırı bir cumhuriyet mi kuracaksın?'
diye sor.
Bir de şu var. Tayyip Erdoğan da, MHP de, cemaat de kendi tabanının duyarlılığına dikkat etmek durumunda ama Hürriyet'e gelince sen bunu kaldır. Orada da o lafın orada kalmasını isteyen insanlar var. Gazete alıyorlar, para yatırıp. Benim de o insanlara karşı kendimi savunacak bir enstrümanımın olması lazım. Demek lazım ki, "Arkadaşlar biz bunu taşıdık bugüne kadar. Şimdi anayasamız yeni vatandaşlık tarifi getiriyor. Bu vatandaşlık tarifinde etnik bir aidiyet yok." O zaman ben bunu savunurum. Tayyip Erdoğan niye şimdi devamlı Kürtleri vuruyor? Oy kaybediyor, MHP'den oy alayım diye değil mi?
-"Silahsız kuvvetler göreve" yerine halk sandıkta
halletsin gibi bir tutum olamaz mıydı?
Siz o yazıyı okudunuz mu? Okuyayım isterseniz. Ben darbeyi
araştırma komisyonuna okudum, 'evet haklısın' dediler. "Adam bu
devirde darbe olmaz, bırakın artık bunu. Bu ülkede demokrasi varsa
parlamento var, medyası var, hukuku, yargısı var. Gidin onlar
halletsin" diyor. Buna niye takıldılar hâlâ anlamış değilim.
-Sivilleri de harekete geçiren asker olduğu içindir
belki!
Bir dakika. Benim sivili harekete geçirme hakkım yok mu? Tayyip
Erdoğan'ın 'Ben adamları tutamıyorum' deme hakkı varsa benim yok
mu? Ülkenin bir hatalar çetelesini çıkartacaksak herkesin en az
benim kadar samimi-ciddi özeleştiri yapması lazım. Herkes
karşısından bekliyor, kendi yapmıyor. Bakın, manşetleri
tartışıyoruz, benim 3 tane manşetim, tamam. İyi de daha dün Aydın
Doğan'ı DHKP-C şapkasıyla gösteren manşeti hiç tartışmayacak mıyız?
Peki, Sümeyye'ye Suikast manşetini? Kabataş manşetini. Ayıp ya!
Köpeği için ölüm ilanı veren adamı terörist ilan ettiler.
ERDOĞAN'A KARŞI ÇIK
DİYENLER ŞİMDİ ONUN ÇEVRESİNDE
-Evet, böylesi pek görülmedi. Bir de iktidarı getiren,
iktidarı götüren gazete efsanesi var Hürriyet için. Ne
dersiniz?
Hürriyet'e atfedilen iktidarlar meselesi biraz da bizlerin kendi
kendimize atfettiğimiz şeyler. Öyle bir şey yok. Tabii şu var.
Manşetlerin bir iklimin oluşmasında etkisi olabilir. Ama biri onu
atıyordu, karşısındaki başka bir şeyi. Ben Tansu Çiller için
"Leydi'nin Topuk Sesleri" diye manşet attım. Bana dediler ki "Tansu
Çiller'i siz getirdiniz iktidara." Ya biz getirmedik. Ben o manşeti
attığım sabah bütün delegelerle tek tek konuşturdum bizim
çocukları. Yüzde 78'i Tansu Çiller'le ilgili şunu diyordu: "Evden
çıkarken karılarımız bile dedi ki Tansu Çiller'e oy vermezsen gelme
geriye." Ben biliyordum gelecek olan şeyi, ben yaratmadım bunu.
"Süleyman Demirel'i de Hürriyet getirdi" dediler. 'Barajlar Kralı'
vs... Yok öyle bir şey. Süleyman Demirel geliyordu zaten. Bana
dediler ki 2002 yılında, aman şu Erdoğan'a karşı çık. Bakın dedim,
ben karşı çıkmam.
-Kim dedi?
İstanbul'un burjuvazisinden işte. Tanınmış isimler. Ondan sonra
onların hepsini Tayyip Erdoğan'ın yanında gördüm. 'Ben karşı
çıkmam' dedim. "Niye karşı çıkmazsın?" dediler. "Karşıdan tsunami
kalkmış geliyor. Bunu engellemek mümkün değil. Ayrıca seçimle
gelirse ben ne yapabilirim ki?" dedim.
-Beyaz Türklerin bir siyaset okuma sorunu var ama değil
mi?
Sağın yok mu? MHP'nin yok mu? Kürtlerin yok mu? Kimin yok
Türkiye'de siyaset okuma sorunu? Herkes Türkiye'yi kendisi
zannediyor. Her birimiz kendimizi haklı, başkalarını hatalar
yapmış, her birimiz sadece kendi doğrularımızla bu ülkenin
kalkınacağına ya da ilerleyeceğine inanıyoruz. Böyle bir şey yok
artık. Türkiye o dönemi geçti. Türkiye'de artık hiçbir güç kendi
iradesini bu ülkenin mutlak iradesi hâline getiremez. Ne Tayyip
Erdoğan muktedirdir buna, ne asker, ne laik kesim, ne de Kürtler.
Türkiye'nin geleceği dayak yemiş insanların bir daha kimseden dayak
yememek üzere ve kimseye dayak atmamak üzerine el sıkışacakları bir
toplumsal kontrattan geçiyor.
-Sizde bu fikir ilk defa mı oluştu?
Hayır, yıllardır var. Ama şöyle bir şey var. Dönemler bizi
etkiliyor. 28 Şubat'ta Aydın Bey'e 'yüz yıl sürecek' dedi bir
asker. Söyleyen adam kimdi biliyor musunuz? En demokrat asker
dediğimiz Hilmi Özkök.
-Kıvrıkoğlu'na mal ediliyordu 'bin yıl'
diye.
Evet, o da söyledi, Hilmi Özkök de...
-Evet, aslında devam ediyor bir şekilde. Şimdi de AK
Parti'nin bünyesine geçti!
Ben hayatımda askerle mücadele ederim, askerî darbe olursa ilk
saflarda savaşırım. Ama Allah bize öyle bir ceza verdi ki, başımıza
öyle bir sivil vesayet gönderdi ki, şimdi hepimiz eğer iyi
Müslümanlarsak, iyi laiklersek, iyi demokratlarsak, iyi Kürtlersek,
iyi Türklersek hepimiz bundan bir ders almalıyız. Terör
örgütleriyle mücadele edersiniz ama bir şeyle mücadele edemezsiniz.
Son 5 yılda bunu gördüm. Devlet adına insafsızca bir otoriteyi,
yetkiyi, kontrolsüzlüğü kullanan bir güçle mücadele edemezsiniz.
Sabah benim kapımı çalan adam polisse demokraside böyle bir şey
yok.
SİMAVİ BENDE NE GÖRDÜ BİLMİYORUM!
-Erol Simavi sizinle uzun boylu hiç konuşmadan
Hürriyet'e davet ediyor direkt. Sonradan hiç konuştunuz mu ya da
düşündünüz mü sizi nasıl keşfettiğini?
Konuşmadık ama ben düşündüm. Erol Simavi ile Aydın Doğan'ın
birbirine çok benzeyen yanları da vardır. Yani ikisi de klasik
insanlar gibi görünürler, ikisi de çok ileriye açık insanlardır.
Mesela Aydın Bey aile olarak çok muhafazakâr yapıda bir insandır.
Ama Aydın Bey modern olanı hisseden ve modern olana yatırım yapan
bir insandır. Simavi bende ne gördü bilmiyorum. Daha önceden bir
kere görüşmüştüm. Hürriyet'in karikatür yarışması vardı, oraya beni
de davet ettiler. Kokteyl vardı. Hasan Pulur'un odasına girdi. Ben
de oradaydım, sohbet ediyorduk, onu da çok tanımıyordum. Tatilden
gelmiştim, sakallarım falan vardı. Ben de şaşırdım açıkçası. Yalnız
ben rapor yazıyordum Hürriyet'e öncesinde. Arda Gedik geldikten
sonra benden günlük değerlendirme istedi. Ben Cumhuriyet, Hürriyet,
Milliyet ve Tercüman gazetelerini alıyordum, her gün okuyordum, bir
rapor yazıyordum; haberleri yapıştırıyordum üstüne. Çok tarafsız
bir rapordu bu. Meğer bu raporları Erol Simavi de okuyormuş. Orada
öneriler oluyordu. Şunları şunlar yapılsa iyi olur diye. Hürriyet
yazı işlerine de ben hayrandım.
İZMİR'İNKİ EN DEMOKRATİK TAVIR!
-İzmirliler AK Parti'nin temsil ettiği siyasete yaşam
tarzı kaygısı ile herkesten önce tepki verdiler. Şu anda bu tepki
bütün Türkiye'ye yayıldı. Bir dönem AK Parti'ye bu tepki haklı
gerekçelerle de askerî vesayete bağlanıyordu, askerî vesayet
kalkınca aslında iktidar kaynaklı ciddi bir yaşam tarzı siyaseti
sorunu ortaya çıktı. İzmirlilerin o kadar da haksız olmadıkları
görüldü. Ne dersiniz?
2007 yılında İzmir'de yapılan Cumhuriyet Mitingi'nde beni
yuhaladılar. Yuhalatanların başında Tuncay Özkan var. Slogan şuydu:
"Bir Tayyip alana bir Aydın Doğan ve Ertuğrul Özkök
bedava." Benim karım beni evine sokmadı. Bakmayın, ben 7
mahalleden kovulan bir adamım. O zaman İzmir'de benden hiç
hazzetmiyorlardı. Ben de İzmir'i eleştiriyordum. "Çok
katısınız, bu anlayışla gidemezseniz" diye. Şunu
söyleyeyim. Ben şu ana kadar Türkiye'nin en demokratik tavrı olarak
görüyorum İzmir'in tavrını. Niye biliyor musunuz? Çünkü çok somut
bir temel üzerinden geliyorlar: Hayat tarzı. Dikkat edin, İzmir'de
hayat tarzına olan bağımlılık ve korunma arzusu giderek etnik
aidiyetin de üzerine çıkmaya başladı. Hayat tarzımız bizim
karakterimiz. Bunu da alınca elimizden geriye ne kalacak? Ayrıca
İzmir'de de muhafazakâr insanların çektiklerini anlayan insan
sayısı da çok arttı. Şimdi İzmir de demokrasiyi öğreniyor. Ama bir
zamanlar demokrasinin beşiğiydi. Menderes'i, Özal'ı çıkaran yer
orası.
MANYAKLAR HER ZAMAN OLACAK!
-En çok eleştirilen manşetlerinizden biri de türbanla
ilgili olan. Ne dersiniz?
Türban olayını kanunlarla mı çözdük biz? Hâlâ "411 el kaosa kalktı"
manşetini konuşuyorlar. Kimse gidip bakmıyor Hürriyet'te 1 ay önce
neler yazmışız biz. Biz şunu savunduk. üniversitede türban yasağı
kaldırılsın ama bunu anayasa değişikliği ile yapmayın, bu toplumsal
konsensüsle olsun. Bunu Haşim Kılıç da söyledi. Açın bakın
gazetelere mülakatı var, 'bunu anayasaya koymayın' diye. Peki,
neyle çözdük biz bu işi? Kanunlarla mı?
-Zaten kanuni bir engel yoktu değil mi?
Yoktu. Bir zihniyet. Bugün Türkiye'de herhangi bir insan var mı
'türbanlı insan üniversiteye giriyor, çok rahatsızım' diyen? Vardır
belki birkaç manyak. Ve hep olacak. Nasıl ki Ramazan'da önünde su
içiyor diye kafasına bir şey fırlatacak manyak her zaman olacaksa
bu toplumda, bu da olacak. Anayasa'nın bir maddesi de insanların
işe alınmada, seçilmede, okullara gitmede liyakate göre
değerlendirilecek. Başındaki örtüye ya da açıklığına, cuma namazına
gidip gitmemesine, içki içip içmemesine ya da bizim aileden midir,
değil midir diye değil.
12 EYLÜL'DE DAHA ÖZGÜRDÜK!
Türkiye'nin ciddi demokrasi sorunu var. Ben 12 Eylül'de Bülent Ecevit'le birlikte Arayış'ı çıkarttım. Herkese anlatıyorum. Öğretim üyesiydim. Öğretim üyesi maaşım dışında hiçbir maaşım yoktu. Karım çalışmıyordu. Kızım ilkokul çağına gelmişti. Maaşım ayın 5'inde bitiyordu. Devlet üniversitesinde çalışıyordum. Arayış'ta çalışırken kapısında bir sivil polis arabası, bir sivil askerî araba, bir resmî askerî araba duruyordu. Biz girip çıkıyorduk. Size yemin ediyorum o gün daha özgürdük. Ve İhsan Doğramacı'nın kız kardeşi Emel Doğramacı benim fakültemin dekanıydı. Benim bulunduğum işletme bölümünün başında da bir kadın profesör vardı, ikisi de kolladılar beni ve hiçbir şekilde ezdirmediler. O zaman bireysel vicdanlar ve bireysel tavırlar da vardı. Şimdi böyle bir şey var mı? Koskoca Hasan Cemal yazacak bir gazete bulamıyor.
HERKES KENDİNİ KUSURSUZ ZANNEDİYOR
Dün gece Leopar filmini 30 yıl aradan sonra yeniden seyrettim. 63 yapımı bir film. İtalya'da, modern İtalya'yı kuran hareketle kralcıların çatıştığı dönemde Sicilya'da Salina bölgesinde bir prens var, ülkede bir plebisit yapılıyor. Kral işin sadece krallıkla gitmeyeceğini görüyor, prensi yanına çekmek için buna bir elçi gönderiyor. "Ben bir senato kuracağım. Sen de bu senato da senatör ol" diyor. Adam ben olmam diyor. "Ama Sicilyalılar da gelişmeyi istiyor" diyor Kral. Prens, "Söylediğin her şeyde haklısın ama diyorsun ki Sicilyalılar da gelişmek istiyor. Bil ki asla istemiyorlar. Çünkü kendilerini kusursuz sanıyorlar. Kibirleri sefaletlerinden çok daha büyük" diyor. Hepimiz kendimizi toplumun en değerli insanları sanıyoruz.