Erdoğan'la New York'ta kulaktan kulağa...

İlle de son zamanlarda internet gazeteciliği ve kâğıt baskı gazeteciliği üzerine yazdığı makaleler, televizyonda yaptığı “Gurme” programı

ADNAN BERK OKAN

Patron (Hadi Özışık) “ağabey, sen de etkin yazar ve gazetecilerle söyleşi yapsana” dediğinde itiraf ederim ki korktum…

“Vay anasını; kovuluyor muyum ne?” diye düşündüm…

Çünkü “söyleşi” yapmak ustalık işiydi, “ihtisas” isterdi…

Ben söyleşide beceremeyecek ve kovulacaktım…


Ey güzel insanlar!..

Serdar Turgut; Türkiye
’nin ilk ve gerçek mizahi makaleler de yazan köşe yazarı...
Ondan sonra da bazı meslektaşlarımız aynı tarzı denemek istediler ama onlar mizah yapmaktan daha ziyade “komik” olmayı tercih ettiler.
Başaranı da var, saçmalayanı da…
Keza bir diğer ilki de yine Turgut’la tanıdı Türk gazete okuru: Gonzo yazarlık…
Nedir Gonzo?..
Aşırılık…
Öznellik…
Alışılmadık şeyleri yazabilmek…
Hatta “tuhaf”
Türk okuru, Serdar Turgut’un yazılarını okuyana kadar asık suratlı siyaset yazarlarını bilirdi sadece…
Turgut, işte alışıldık yazar tipi anlayışını yıktı…
Haftanın altı günü köşesinde adını anmadığı “penis” kelimesini kimi Pazar günleri köşesinde bazı cümlelerin içine monte edince, çekemeyen asık suratlılar tarafından“penis yazarı” diye bile tanımlandı…
Ve Ak Parti Hükümeti kurulduğu zaman; cumhuriyetin yıkılmaktan kurtulduğunu yazacak kadar sıra dışı bir fikir attı ortaya…
Müthiş bir tespitti ancak statükocular tarafından bu defa da “Ak Parti yandaşı”olarak tanıtılma çabasına giriştiler…
Pentagon’da gördüğü bir haritada Ortadoğu’da Türkiye’yi de ilgilendiren yeni sınırlar çizildiğini de kamuoyu ilk defa Turgut’un köşesinden öğrendi…
Hâsılı; bazen en ağır konuyu mizahi bir dille, kimi zaman da bir akademisyen derinliğiyle yaptığı analizleriyle paylaştı okurlarıyla…
Yani...
Hem eğitti okurlarını, hem eğlendirdi...
Gülerken düşündürdü...
Düşündürürken; bilgi sahibi de yaptı...
Helâl olsun...
 
Faiz Lobisi değilse de birileri belli ki ipimi çekmişti…

Sesimdeki titremeyi önlemeyi başarma gayreti içinde: “Becerebilir miyim acaba?” diye sordum.

“Neden beceremeyecekmişsin ağabey?.. Sen soracaksın, konuğun da cevap verecek?”…

İçimden “söylemesi kolay ama gel de sen sor o zaman” demek geçti…

Ama demedim…

Çünkü TGRT’de Gülden Kalecik ile yaptığı Basın Odası’nda oldukça iyi sorular soruyordu… 

“Hazırlık falan ister, ders çalışmak gerektirir... Ben birisi üzerine ders çalışmaktan sıkılırım ama söyleşi değil de sohbet ve hatta tartışma tarzı olursa belki yapabilirim” diyebildim güçlükle...

Patron güldü...

Kovulmayacağımı garantilemek istermişçesine rahatlatıcı bir ses tonuyla:

“Ağabey ya yap da ister söyleşi olsun istersen tartışma… Yeter ki sakin ol, konuğunla kavga etme”…

Buyurun işte…

“Sen şeker hastasısın oktan moktan her şeye kızıyorsun” demenin tercümesiydi bu…

Neyse, anlamazdan geldim…

Sokakta para bulmuş çocuk gibi sevinip, çaktırmadan ve içimden gülümsedim.

Hemen kimleri konuk edebilirim diye düşünmeye başladım…

İlk aklıma gelen HaberTürk Medya Gurubu Başkanı Kenan Tekdağ oldu…

Neden mi?..

İlk defa popüler bir televizyon kanalı (Show TV’yi satın almışlardı) sahibi de olacaktılar…

O ana kadar sadece Doğan ve Karamehmet hem popüler ve haber kanalı, hem de gazete sahibiydiler…

TMSF bu ikiliden Karamehmet’in bütün televizyon ve gazetelerini elinden alınca Doğan Gurubu “tek” kalmıştı…

“Ya Çalık Gurubu?” diye soran varsa eğer onlar belli ki; atv’nin Murdoch’a satıldığını bilmeyenler…

Neyse…

Kenan Tekdağ sadece Türkiye’nin “İkinci Medya Devi”ni yönetecek bir profesyonel değil, aynı zamanda çok iyi bir hukukçu, mükemmel bir entelektüel ve yüksek gustolu bir aydınımızdı…

Medya dünyasında çello çalan (belki de) tek meslektaşımızdı…

Dünya siyasetini yakından izliyordu…

İç ve dış politikada söyleyebileceği ve siyaset dünyasının da ciddiye alacağı çok sözü vardı…

Hemen paylaştım Özışık’la “harika olur” dedi…

Telefona sarılıp Tekdağ’la konuştuk…

Çok memnun olacağını ancak önünde mutlaka bitirilmesi gereken çok önemli işler (ki birisi mutlaka Show TV sözleşmesi olmalıydı) olduğunu belirtip; o işler biter bitmez mutlaka buluşacağımızın sözünü verdi…

Madem HaberTürk Gurubu gelmişti aklıma; o halde “Serdar Turgut” dedim…

İlle de son zamanlarda internet gazeteciliği ve kâğıt baskı gazeteciliği üzerine yazdığı makaleler, televizyonda yaptığı “Gurme” programı ve Ak Parti Hükümeti’ne daha kurulmadan önce verdiği desteğe rağmen son günlerde bazı konularda muhalefet etmesiyle çok gündemdeydi…

Patrona bunları bir çırpıda söyleyiverdim…

“Tamam ağabey; çok iyi olur” cevabını da alınca telefonumun tuşlarına bastım…

Az sonra okuyacaklarınızı işte o telefon konuşmamızdan sonra mutabık kaldığımız söyleşinin deşifresi…

 

Bilgilendirirken eğlendirmek…

Sohbetimize girerken, siyasi yazılarında bile eğlendirici bir üslûp olduğunu hatırlattığımda, “eğlendirici olmasını istiyorum da zaten” dedi.

Bu arada bir hatırlatma yapayım…

Hazırlıksız olduğum için ses kaydedici teybim olmayınca tabletimin kamerasını teyp niyetine kullandım…


Köpek değil göbek...

Bir ara söz dönüp dolaşıyor kilo fazlalıklarımıza geliyor…

Bendeniz aşırı kilolu sayılmam…

Turgut’un fiziki yapımla ilgili iltifatlarına “sen de çok kilolu değilsin” diyerek karşılık veriyorum…

Cevap kısa ve öz:

“Çok kiloluyum”…

İtiraz ediyorum ve itirazımda samimiyim:

“Hayır; sadece kilolusun; çok kilolu değil”.

“Göbeğim var” diyor bu defa da…

Ancak ben "sağır uymaz uydurur” atasözünü söyleyen ecdadımı haklı çıkarmak zorundaymış gibi; o anda “köpeğim var” dediğini sanıyorum…

Ve tipik bir diyalog vodvili başlıyor aramızda…

“Köpeğin olduğu için mi bu kadar formda kalabiliyorsun?..”

“Köpeğim değil, göbeğim var…”

“Pardon… Ben ‘köpeğim var’ dediğini sanmıştım zira bazı dostlarım ‘ne kadar fitsin?’ dediğimde ‘köpeğim var onları dolaştırırken ben de yürüyorum’ diyor da...”

“Köpek yürüyüşüyle kilo verilmez. Verilecek olsaydı ben iğne ipliğe dönerdim çünkü iki köpeğim var ve ben her gün onları yürütüyorum…”

 “Peki, ama göbek deme”…

“Ne diyeceğim peki?”

“Balkon diyeceksin; bakımlı ve şık bir balkon…”

“Sana tuhaf bir şey anlatayım. Doktora gittim. ‘Kilon aynı’ dedi. Bütün olan biten, kilonun belinin çevresinde toplanması... Bu, yaşla ilgili bir şey bunu çok ağır spor yapsan da engelleyemeyeceksin’ dedi”

“Genetik bir şey olabilir mi?

“Olabilir…”

“Churchill biliyorsun; hem çok kiloluydu; hem de günde yedi – sekiz puro ve yaklaşık bir şişe viski içerdi ama 93 yıl yaşadı.”

“Keşke Churchill gibi olabilsek…”

“İnşallah…”

“Enteresan adamdı, Yalta’ya gidiyor. Londra’ya çektiği tek telgraf şöyle: Viskilerimi gönderin…”

“Aynı şeyleri baban için de söyleyebiliriz değil mi?”

“Evet… 87 yaşında, her gün ve çok güzel içiyor… Ondan fazla pipo dolduruyor günde… “

“Zaman zaman tahlil yapılır mı?.. Kolesterol falan?”

“Yapılır ama yüksek kolesterol çıkmaz…”

Benim hayret nidalarım yükseliyor yine…

Hamit Turgut Beyefendi’nin fotoğrafını gösteriyor…

Benden 25 yaş kadar büyük ama neredeyse ikimiz asker arkadaşıymışız gibi duruyoruz…

“Maşallah” diyorum ağız ve yürek dolusu…
"Maşallah"... 
 

Pardon…

Kullanmak istedim ama bir türlü beceremedim…

Turgut’un söylediklerini görüntülü kaydedeyim derken meğer onun yerine masamızdaki bir saksıyı çekiyormuşum…

Durumdan beni haberdar etmek için son derecede ciddi bir ses tonuyla, “şu anda ekranda bir saksı olarak göründüğümü sanırım farkındasındır” dediğinde tutamadığım bir kahkaha patladı dudaklarımda…

Bir dönemler TRT’de Necef Maşrapasını uzun süre izlemiş biri olarak kendisinden özür diledim…

Ve yeniden sohbeti başlattım…

 

Erdoğan'la New York'ta kulaktan kulağa...

O günkü makalesinde; R. Tayyip Erdoğan’la, henüz milletvekili ve haliyle başbakan olmadan önce yaptıkları bir konuşmayı hatırlatıyordu…

Abdullah Gül’ün başbakanlığı sırasında New York’a gelen Erdoğan’la, konsoloslukta beraber olduklarını; yan yana otururken, birbirlerinin kulaklarına fısıldayarak günün önemli konularını yorumladıklarını hatırlatıyordu o yazısında…

O yazısını anımsattığımda, “o günü anlatayım” deyip başladı…

“O dönemde Hürriyet’te yazıyordum. O dönemdeki yönetim, Ak Parti’ye karşıydı. Mevcut hükümete destek veriyorlardı. O dönemde gazetenin etkinliği olan yazarlarından biriydim. Gazetenin yönetimi ve diğer yazar arkadaşlarım gibi düşünmüyordum. Bunu da köşemde yazıyor; Ak Partinin iktidar olması durumunda bunun Türkiye’nin lehine olacağına dikkat çekiyordum”.

“Nasıl lehine olacaktı?.

“AK Parti iktidar olmasaydı Türkiye gerçekten bir patlama noktasına gelmişti. Patlama noktasına gelmiş olan kitlelerin AK Parti'yi iktidara getirerek Türkiye'ye yakışanı yapacaklarına,  tepkilerini demokratik yoldan göstereceklerine inanıyor ve bunu istiyordum da... Ve yazıyordum tabii...

“Toplumu patlama noktasına getiren gerekçeler nelerdi?..”


AK Parti iktidara gelemeseydi

 “2002 yılı öncesi günlerini hatırla ağabey… Laiklik, modernlik söylemleriyle iktidara gelenler, sistemi gerçekten yozlaştırmışlardı. İktidarla, medya işverenleri arasında kurulan ahlaksız düzen, askerin koruması altında sürdürülüyordu. İnancını özgür yaşamak ve o inanca uygun hayat tarzını kurmak isteyen insanların arzuları bu düzenin dişlileri altında eziliyordu. İşte o kitleler artık bu düzene son vermek için canlarına tak demiş, her şeyi göze alma noktasına gelmişlerdi. AK Parti kurulmasaydı ve iktidara gelemeseydi belki de bölgedeki en şiddetli halk hareketi Türkiye’de başlayacaktı…

“Peki patronaj ya da genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök o yazılarından dolayı şaka yollu da olsa itiraz geldi mi?” 

“Yok yok; hayır… Ne Aydın Bey ne de Ertuğrul Özkök yazdıklarıma itiraz ettiler.”

“Peki; sonra?..” 

“O günlerde Ak partililer tarafından Beyaz Türklerin yazarı gibi kabul edildiğim için onlardan yana yazdığım makaleler dikkatlerini çekiyor, bana sevgi ve övgülerini de iletiyorlardı. İşte o günlerde çocuğumun doğumu için eşimle birlikte New York’taydım. Erdoğan henüz milletvekili bile değildi”.

“Ama Ak Parti’nin genel başkanıydı?..” 

“Evet tabii; Amerikan yönetimi tarafından da iktidar partisinin genel başkanı olarak Beyaz Saray’a davet edilmişti.”

“Başkan Bush’tu”...

“Tabii, Bush başkandı. Erdoğan Bush’la görüştükten sonra New York’a geldi. Konsoloslukta; New York’ta yaşayan Türklerle de görüşeceği duyuruldu.”

Araya girdim:

“O gezide IMF Avrupa direktörü Stanley Fisher’le de görüşmüştü aklımda kaldığı kadarıyla” diye hatırlatma yaptım.

“Olabilir”  dedi ama nezaketinden; “muhabbetin içine turp sıkma; bırak da anlatayım” demeyip devam etti.
“ Yakın çalışma arkadaşlarıyla mesajlaştık. ‘Görüşelim' diye mesaj gelince ‘çok sevinirim; görüşelim’ dedim. Davet edildim. Konsoloslukta kendisine ayrılan odada bir süre bekledikten sonra geldi.”

“Yalnız mıydı?”

“ Yanında dönemin Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış vardı. Gül Ankara’da Başbakan. Erdoğan yanıma gelip oturdu. Karşılıklı hal hatır sorduktan sonra kulağıma eğildi. ‘Çok teşekkür ederim yazınız için’ dedi.”

“Hangi yazın?”

“Seçimlerden önce destek verdim ya, onun için…”

“Unutmamış yani…”

“Herhalde… ne zaman karşılaşsak, kalabalık bir ortam da olsa yanıma gelir hal hatır sorar…”

 “Pardon, araya girdim kusura bakma... Sonra…” 

“Teşekkür edince aramızda sıcak bir hava oluştu. Ben de onun kulağına eğildim. ‘Washington’da sizin ne anlama geldiğinizi anladılar mı?’ diye sordum. ‘Anlayabildiklerini sanmıyorum. Öyle bir hava almadım’ dedi. ‘Peki, sizin öneminizi kavramışlar mı?’ diye sordum. ‘Kavradıkları söylenemez’ dedi ama kendinden çok emindi.” 

“Peki; Başbakan seçildikten sonra baş başa kaldınız mı hiç?.. Yani gazeteci – başbakan görüşmesi oldu mu aranızda?” 

“Hayır... Ben bu tür ilişkileri gelecekle ilgili yatırıma dönüştürebilme yeteneğine sahip olmadığım için çok da fazla görüşme talebim olmadı.”

“Hiç mi görüşmediniz o günden sonra?”


Niye başaramıyor?..


“Öfff ya… Serdar çok ciddileştik galiba… Biraz da hafif konulara girelim…”

“Girelim…”

“Babacığım rahmetli; Türk erkeklerini iki organlarının yönettiğini söylerdi: Penis ve mide…”

“Yani ben tipik bir Türk erkeği miyim?..”

“Evet, aynen öyle… Çünkü Türkiye’de sadece sana ‘Penis Yazarı’ sıfatı yakıştırıldı. Son aylarda da mideyle ilgili gurme programı yapıyorsun TV’de…”

“Haftada altı yazı yazıp da bunlardan sadece birkaçında ve o da sağlıkla veya toplumsal sorunlarla ilgili penisten söz etmek penis yazarlığıysa…”

 “Serdar’cığım; bizim meslektaşlarımız ne yazık ki başarılı insanlara oldum olası hep düşmanlık beslemiş; onları ayaklarından tutup aşağıya çekmek istemişlerdir….”

“Penisin beni yönetmeye çalıştığı doğru ama başaramıyor…”

“Niye başaramıyor?”

“Penis ikna gücünü kaybetti diyelim…”

“Penis ikna gücünü mü kaybetti?.. Fizik gücün onu anlama gücünü mü kaybetti? 

“Penisin yerini de midemin yerini de beynim aldı artık… Beynim penis oldu…”

“Sanıyorum Sokrat mealen şöyle demişti: ‘Gençliğimde yapabildiklerimi, şu ilerlemiş yaşımda yapamıyorum… Ama bu yaşımda yaptıklarımı, gençliğimde yaptıklarımdan daha çok seviyorum…”

“Benimki de öyle diyebilirim…”


 

 “Birkaç seyahatte birlikte olduk ama baş başa kalmadık. Yine de az önce söylediğim gibi, her seferinde yanıma gelip hal hatır sordu o kadar”...

 “Ama bugünkü yazında Başbakan’la görüşmek istiyorsun.”

“Onu da şöyle istiyorum. Gençlerle ilgili ve onun da çok iyi anlayacağını sandığım bazı düşüncelerimi söylemek isterim. O gençlerle ilgili düşüncelerimi ona ben anlatabilirsem, sert tavrının değişeceğini sanıyorum.”

“Haklı olabilirsin çünkü ana akım medyada hemen herkesin aleyhinde yazdığı bir dönemde sen onun için çok itimat telkin edici, iyi şeyler yazdın; sanırım senin samimiyetinden şüphe etmiyordur.”

“Ben de samimiyetimden şüphesi olduğunu sanmıyorum.”

“Serdar’cığım bugün bile Beyaz Türklerin arasından bir yazarın Başbakan’la ilgili güzel şeyler yazması halen kolay değil ve sen buna rağmen yine de hak ettiğinde destek veren yazılar yazıyorsun”...

Artık bu iktiarın da bir "ama"sı var...  

“Evet destek verdim ancak bugün bu iktidarı desteklerken artık ‘ama’ demek zorunda kalıyorum.” 

“Nasıl yani?” 

“Amalı bir iktidar haline geldi ne yazık ki bu iktidar da…”

“Hangi konuda?”

“Her zaman şunu söylüyorum. Bu iktidar on yıl boyunca çok başarılı işler yaptı. Ben pek dindar olmasam da pek çok dindarın hayatlarını ve inançlarının gerektirdiği gibi yaşamalarını kolaylaştırdı, hayatlarının kalitelerini yükseltti. Bunların hepsini destekledim destekliyorum ama…”

“Evet; ama?”…

“Bütün bunların karşılığı bu defa da benim kendimden taviz vermemi bekliyorlar.”

“Nasıl bir taviz bu?”

“Alışık olduğum yaşam tarzımdan taviz istiyorlar. Oysa bu bana kötülüktür. ‘Ben senin için çok iyi işler yaptım sen de bunun karşılığı benim istediğim gibi yaşa!’… Olacak şey mi bu?.. Halbuki bu konuda benimle ve benim gibilerle diyalog kurmalılar.”

“Serdar’cığım; son zamanlarda üniversitede ders veriyor, gençlerle birlikte oluyorsun. Gençlerle iletişimin sanırım çok iyi.”

 “Evet çok iyi.”

“Başbakan’la konuşsaydın o gençlerden aldığın iletişimi mi aktaracaktın?”


Başbakanla konuşabilse ne söyleyecekti?..

“Evet tabii…”

“Ama Başbakan olayları gençlerin kültürel yapısına, anlayışına, kendilerinden önceki genç kuşaktan farklı oluşlarına değil de faiz lobisine bağlıyor…”

“Bunu da hiç anlayamıyorum… Bu iktisadi komplo nasıl olup da gençlere bağlanacak aklım almıyor… Yani Başbakan hakikatten de öyle düşünüyor, buna inanıyorsa ve bu nedenle o gençlere yanlış bir şey yapılırsa bu işin sonu çok üzücü olur”.

“Biz iktisatçılar bu olayların arkasında faiz lobisi gibi olmayan bir lobinin olmadığını çok iyi biliyoruz. Peki Başbakan bunu nasıl bilemiyor?.. Acaba kendi kafasında böyle bir senaryo yazıyor olabilir mi?”

“Kafada kurulan komplolara sonunda inanılır ve bunun mutlaka bir sonucu olur.”

“Nasıl bir gençlik bu?”

“Çok okuyan, çok düşünen, çok siyasetle ilgilenen bir gençlik değil bunlar… Ama çok da iyi bir gençlik… Çok karakterli; çok bireyci…”

“Dün gece Bekir Ağırdır’ı dinledim. Gezi Park’taki eylemci gençlerin yaş ortalamasının 28 olduğunu söyledi.”

“Tamam işte. Hayatları boyunca gördükleri tek hükümet Ak Parti iktidarı.”

“ Yüzde elliye yakını henüz hiç oy kullanmamış…”

“Tabii; dedim ya siyasi amaçları hiç yok. Yani Başbakan’ı devirmek gibi bir hedef yok akıllarında…”

“Geçim sıkıntısı çekmedikleri de anketçilere verdikleri cevaplardan belli.”

 “Evet, evet… Hemen hepsinin ellerinde tabletleri var…”

 “Ben yine dünkü makalene döneyim. O yazından sonra başbakanlıktan davet geldi mi?”

“Yok, yok olmadı; beklemiyorum da zaten.”

“Ama Polat Alemdar davet edildi… Hülya Avşar da hatta…”

“İlginçlikleri var tabii… Hükümete ne kadar destek versem de bazen eleştiriyorum da… Daha önce destek verdiğim yazılar unutuluyor sadece eleştirdiklerim hatırlanıyor…”

“Evet aynı şeyi ben de yaşıyorum. Benim de başından beri destek verdiğim siyasi bir hareket. Hatta Erdoğan yargılandığında da yanında yer aldım. Ama birkaç eleştiri yaptım mı hemen ‘düşman’ listesine yazılıyorum”.


 Unutmasınlar ki... 

“Ben o kitlelerin kırılgan olduğunu son zamanlarda görüyorum”

“Ben ise çok önceden beri biliyorum bunu”.

“Ama unutmasınlar ki benim içinde bulunduğum sosyal sınıf da çok kırılgandır”.

“Evet ama sen, sana yapılan saygısızlığa, vefasızlığa kırılırsın. Onlar ise senin yazdıkların ya kamuoyunu etkiler de iktidarlarına zarar verirse diye kırılırlar sana…”

“İyi ama ben bir siyasi iktidarın sürekli yanında duramam ki… İyi yaparsa desteğimi veririm, yanlış yaptığında; özelime müdahale ettiğinde eleştiririm”.

“Tamam; ama onlar onu eleştiri olarak almaz… Onlara göre Serdar Turgut madem bizim hükümetimizi eleştiriyor, demek ki bizim iktidardan düşmemizi istiyor… İktidardan düşmemiz demek her türlü imkânlarımızın elimizden uçup gitmesi demek”.

“Yok o kadar iddialı değilim; onları iktidardan düşürecek kadar güçlü değilim”.

“Sen ne istersen söyle onları buna inandıramazsın. Çünkü biat kültüründe süreklilik vardır. Yani eğer bir defa destek verdiysen hep destek vereceksin. Bir kere bile eleştirsen, onların gözünde artık sen düşman sayılırsın. Ben sosyal sınıf olarak onların içinden geliyorum; yani temelde sağcı sayılmalıyım…”

“Biliyorum”… 


Ak Parti iktidar olamasaydı...


“Serdar’cığım; şu son Taksim Gezi olayları için ne düşünüyorsun?” diye sordum güncele gelmek için…

“Cumhuriyeti ve demokrasiyi büyük bir yıkımdan kurtaran ve sadece varlığıyla bile demokrasiyi on bir yıldır kesintisiz ve sorunsuz sürdüren bir partinin, bir dizi seçim zaferinden sonra Gezi Parkı'ndaki gibi olaylara maruz kalması ya da neden olması gerçekten de üzücü ve düşündürücüdür” dedi.

“Neden?” diye sordum…

“Çünkü” deyip sıkıntılı ama bir o kadar da “söylemeliyim”demek isteyen bilge insanlara has bir ses tonuyla devam etti:

 Türkiye aslında elinde olan bazı fırsatları nasıl kaçırmakta olduğunu bu tür olaylarla görüyor….”

Belki daha devam edecekti ama bana araya girip sormamın tam da sırasıymış gibi geldi…

“Gençlerden yanasın yani?”

Öyle demedi ama olaylara halen“ondan bundan yana olmak”şeklinde bakışımı ayıplarmış gibi baktı gözlerime:

“Ondan ya da bundan yana olmak değil mesele” deyip devam etti… “Gençleri anladığımı sanıyorum sadece ama hükümetin benim anladığım kadar anlayamadığını düşünüyorum”.

“Eylemlerine destek veriyorsun yani…”

“ Güzeldi ama sanki biraz fazla abarttılar… Biraz fazla uzattılar… Tadında bırakırlarsa çok daha iyi olacak… Aksi olursa sadece ülke değil onlar da çok zarar görecekler…”

O anda sanki kendi aklımdan geçen cevabı onun da vermesini istermiş gibi soru şeklinde kısacık bir tespit cümlesi kurdum:

“Yani, yeter artık…”

Tespitimi desteklermiş gibi cevap gelince keyiflendim:

“Eh yani; yeter artık deme zamanı geldi gibi…”

Evet…

Gerçekten de “yeter artık”deme zamanı gelmiş ve hatta geçmişti bile…

Belki eylemin ilk günlerinde gerçekten de bir komplo yoktu ama giderek kurulmaya başlanmıştı…

Ve çok tehlikeli bir komploydu bu…

Çünkü ülkeyi dış değil, iç çatışmaya sürükleme ihtimali çok yüksekti…

“Teşekkürler” dedim içtenlikle…

“Ben teşekkür ederim” derken benimle yaptığı sohbetten keyif aldığını anlatmak istermiş gibi sevecen bakıyordu gözlerimin içine… 

 

“Delikanlılığımda hem beş vakit namaz kılıyordum hem de şarkı söylüyor; ara kere de birkaç kadeh içiyordum. Cami arkadaşlarım bana çok kızıyor; beni en küçük bir hatamda okul yönetimine şikâyet ediyorlardı. Solcu arkadaşlarım ise hem kıldığım namaza saygı duyuyorlardı; hem de şarkı söylediğim için bana çok değer veriyorlardı. Yani; ömrüm boyunca hem sağcı oldum ama hem de hiç sağcı dostum olmadı ne yazık ki…”

“Evet doğrudur. Bu iktidarın şunu anlaması lâzım... Benim yaşımda, benim kuşağımda birçok insan, birçok eski Marksist; onlar ortaya çıkıp da kendi haklarını savunamazken bizler onların haklarını savunuyorduk. Ben onların haklarını savunanlardan başörtülü eğitime desek verenlerden biriyim”.

“Evet; sizin sınıftan olup da o sınıfa destek veren az sayıda Beyaz Türk’ten biri de sensin”.

  “Evet, benim gibi birçok arkadaşım daha var tabii... Ama bu hükümet şunu anlayamıyor. Biz eski Marksistler onların haklarını koruduk ama kendi haklarımızı korumasını da biliriz. Hayat tarzımıza çok fazla müdahale olursa direniriz de… Yanlış anlaşılmasın; tabii ki taş atmaz, sopa sallamayız ama direniriz… Mahatma Gandi gibi direniriz…”

“Şimdi de bugünkü makalene geleyim. Arkadaş filminden ve filmin ünlü şarkısının tahrik ediciliğinden söz ediyorsun… Bu itirazın duygusal mı?.. Objektif mi?”


Halen tahrik oluyor...

“Tamamen objektif… O film, o şarkı beni çok ajite etmiştir... Hatta filmin bir sahnesinde Yılmaz Güney’in bavulunda gösterilen tabanca beni de birçok sert eyleme katılmaya itmiştir o şarkı ve o tabancanın gösterildiği sahne…”

“Aynı filmde; militan bir emekçi genç; Kerim Aşar’ın ki zengin, kapitalist rolündeydi; cebinden çıkardığı bir çakıyla otomobilinin lastiğini patlatıyordu”.

“Evet evet… Biz o zamanlar romantiğiz, genciz, eylemlerimizle kadınların, kızların dikkatlerini çekmek istiyoruz. Bunun için de devrimcilik karakterimizi, öncü olmak özelliğimizi ön plâna çıkarmaya çalışıyoruz.”

“Aynı yazında medyayı da eleştiriyor veya şöyle diyeyim; Taksim’deki olayları vermeyen televizyon kanallarını haklı buluyorsun. ‘Kamu yararı o görüntülerin yayınlanmamasındaysa yayınlanmamalı’ diyorsun…”

“Benim içimdeki isyan duygusu öğrencilik yıllarımdan beri halen yaşıyor. Taş atanları da anlıyorum… Ama eylemi değil duyguları anlıyorum…”

“Ben de seni anlıyorum”…

“Ama dediğim gibi o gece televizyonların yöneticisi ben olsaydım o görüntüleri ben de vermezdim.”

“Peki Serdar… Anlayarak karar vermekle hiç anlamadan karar vermek bir olur mu?”

“Hiç, bir olur mu?.. Anlamadan nasıl karar verilebilir?.. Bu gençler söz konusu olduğunda; onları anlamamak….”

“Yani sen anlayarak karşı çıkıyorsun…”

“Ben gençlere karşı çıkmıyorum…”

“Hayır, gençlere değil; TV kanallarının görüntüleri vermesine karşı çıkıyorsun…” 

“Üzüldüğüm için karşı çıkıyorum… Objektif koşullarla ve bugün bizim özel koşullarımızla medyamız can çekişiyor…”

“Serdar’cığım şimdi aklıma geldi… Senin ilginç bir tespitin var… Sen internet medyası yükseldiği için yazılı medyanın çökmediğini; medya çöktüğü için internet medyasının yükseldiğini söylüyorsun…”

“Evet, aynen öyle söylüyorum... Çünkü bilimsel olarak incelediğimde buluyorum o sonucu… Zaten bu konuyu kitaplaştırıyorum da…”

“Biliyorum ve kitabını okumak için sabırsızlanıyorum…”

“Ekim ayında biter herhalde…”

“İnşallah!..”