Can Dündar Ayşe Arman'a o prezervatifi anlattı
“Ben hiç taşımadım” diyor ama yeni çıkan kitabının kapağında, arka cebinde prezervatif taşıyan birinin görüntüsü var.
Can Dündar'ın son günlerde en çok dikkat çeken kitabı Aşka Veda'yı Hürriyet yazarı Ayşe Arman sordu, yazarı Dündar hem kitabının içeriğini hem de kapağındaki prezervatifi anlattı.
İşte Ayşe Arman'ın kaleminden Can Dündar'ın son kitabı, aşk ve cinsellik üzerine bir sohbet...
‘Sekssiz aşk’tan, ‘aşksız seks’e geçişimizi simgeliyor.
Kitabın içindeki yazılara cuk oturuyor.
Can Dündar’ın yeni kitabı. Can Yayınları’ndan çıktı.
Adı ‘Aşka Veda’.;
Dün akşam, aşkın cenazesini kaldırmak amacıyla aldım, okudum.
Çok da sevdim.
Can Dündar...
Kelimelerin efendisi... Şiirli, duygulu, derin cümlelerin ev
sahibi...
Siz de okuyunca, “Bu duyguyu da ne kadar güzel anlatmış!”
diyeceksiniz.
Her defasında öyle oluyor çünkü.
O ne anlatırsa anlatsın, güzel anlatıyor.
E bir de konu aşk olunca...
Tadında yenir mi yenmez mi siz karar verin...
* Aşk hakkında bu kadar yazı yazmışsın. O zaman
soruyorum: Aşkın hayatımızdaki yeri?
- Eskisine göre
azaldı. Daha çok dilde, daha az gönülde. Belki de bu ikisi arasında
bir ilişki var. Belki de değil öyle: Aşk, kalbimizde azaldıkça,
dilimizde çoğalıyor. O meşhur Kızılderili öyküsündeki gibi. Beyaz
adam soruyor: “Niye şarkılarınız hep suyla alakalı?” Kızılderili
cevap veriyor: “Kıtlık çekiyoruz da ondan! Peki ya sizin
şarkılarınız niye hep aşk üzerine...”
* Kitabın, içeriğinden önce prezervatifli kapağı ilgi
çekti...
- Hiçbir görsel, meramımı daha iyi
anlatamazdı. Kapak tasarımcılarının aklına geldi. Hoşuma gitti.
Oğlum, ergenlik çağında. Onların kuşağını bizimkiyle kıyaslıyorum.
Bir
paradoks var.
* Nedir o?
- Aşk imkân dahiline girdikçe
imkânsızlaşıyor sanki. şöyle anlatayım: Kadın ve erkek, önceki
kuşaklara göre bugün çok daha rahat ilişki kurabiliyor. Ama
yalnızlık, ayrılık, mutsuzluk da tavan yaptı. Genelleme yapılamaz
tabii ama büyükşehirlerde, bir gecelik ilişki acayip yaygın.
Kavuşmak kolaylaştı ama terk etmek de. Aşk zorlaştı, seks
kolaylaştı. O zaman n’oldu? Aşk, şiirini kaybetti.
* Aşkla, mesafe arasında ters orantı mı
var?
- Galiba. ınsan kendine şu soruları sormadan
edemiyor: Aşk, kudretini, ilk insandan beri yasaklanan bir meyve
oluşundan ve vuslat uğruna verilen mücadeleden mi alıyor? Hatta,
bir adım ötesi, aşk dediğimiz bu mu? Dokununca solan bir çiçek.
Yaklaştıkça kaybolan bir serap. Seçenek çoğaldıkça hepsini deneme
isteği, ‘yasak meyve’nin tadını arar hale mi getirdi?
* Hem âşık, hem evli, hem arzulu olunamaz
mı?
- Herkesin bunu aradığını tahmin ediyorum.
Yapabilenlere ne mutlu! Dominique Simonnet diyor ki, “Kadın ve
erkek arasında üç bileşen var: Aşk, seks ve evlilik. Tarih boyu bu
üçünü bir türlü bir araya getiremedik!” Rönesans’a kadar Avrupa’da
kilise, kadınla erkeğin yatakta bile birbirine temasına izin
vermiyordu. Temasın yegane amacı çocuktu. Sonra, ‘aşk izdivaçları’
başladı. Seks hâlâ tabuydu. 1960’lardan sonra seks, hürriyetini
ilan etti. Ama bu defa, evlilik sallanmaya başladı. Serbest aşk,
yuvaları yıktı. Türkiye’de de bizim kuşağın erkeklerinin buluğ
çağında yaşadığı, ‘hazsız aşklar’ ne kadar kötüyse, bugünkü ‘aşksız
hazlar’ da o kadar kötü...
* Yani aşkın serbestleşmesi fena mı?
- Olur mu? Kuşaklar boyunca bunu bekledik. Ama ‘serbesti’ ile
‘özgürlük’ü karıştırmamak lazım. Serbestiden, iplerin sistem
tarafından kontrollü salıverilmesini anlıyorum. Özgürlükten ise,
insanların sisteme meydan okuyarak hareket alanını genişletmesini.
1960’larınki özgürlük mücadelesiydi mesela. Bugünkü ‘sınırlı
açılım’, Sevgililer Günü’nde daha çok mal satabilmek için bir
teşvikmiş gibi geliyor bana. O yüzden de devamı yok, genel bir
toplumsal özgürleşme talebiyle birleşmiyor. ıstediğimi giyerim,
istediğim yere giderim, istediğimle gezerim, size ne, boyutunda
kaldıkça da hem sıradanlaşıyor hem de muhafazakârlaşmaya hizmet
ediyor.
* Neden?
- 1960’lara oranla, kızlarını
karma eğitimden sakınmaya çalışan ailelerin sayısında artış var.
Kadınlara ayrı otobüs talep ediliyor, televizyondaki bir öpüşme
sahnesi bile bazı izleyicilerde paniğe yol açıyor. Yani şimdi
yaşadığımız özgürleşme değil, açılıp saçılma. Televizyon
reklamlarındaki insanlarla izleyici arasındaki mesafe açılıyor
giderek...
AŞK BENİ SAVAŞTAN SOĞUTTU
* Aşkın, devrimci olduğunu nereden
çıkarıyorsun?
- Çünkü klasiktir, aşk ferman dinlemez.
Hesaba kitaba, ölçüp biçmeye gelmez. Sınır, kural, engel tanımaz.
Her zorluğu aşar. Düzene meydan okur. ıki insanın çekim gücü, bütün
bariyerleri yıkar. Kitapta şemdin Sakık, “Aşk beni savaştan
soğuttu” diyor. Aşkın böyle müthiş bir dönüştürme gücü var: Bir
telefonla, bir sözcükle, dünyanın en mutlu insanı olabiliyorsun.
Bundan daha büyük bir sihir olabilir mi?
* Ama devrim, ‘yeniden inşa’ kadar ‘yıkım’ı da içinde
barındırmıyor mu?
- Doğru. Demin söylediğimin tersini
söyleyeyim şimdi de: Aşkta, bir telefonla, bir kelimeyle dünyanın
en mutsuzu olma ihtimali de var! Bir taraftan da o kadar yıkıcı.
Babasının başlık parası almaya hazırlandığı kız, ölümü göze alıyor,
sevdiğine kaçıyor. Bunca kıskançlık felaketi, namus cinayeti yine
de ‘yasak ilişki’yi engelleyemiyor. Bu cesaret nereden geliyor?
Aşktan. Tarih boyu aşkın yasaklanma nedeni de bu yıkıcılığı bence.
Hem dini dayatmalara, hem tekeşliliğe, hem miras hukukuna kafa
tutuyor. Düzeni tehdit ediyor.
* Ve sen bugün aşkın devrimciliğini kaybettiğine
inanıyorsun...
- Evet. Dershaneye giden gençleri
görüyorum. “şu ara âşık olamam. Hayatımın sınavına hazırlanıyorum!”
diyorlar. Paparazzide boy gösteren popçu, “Yeni albüm bütün
zamanımı alıyor. Hayatımda aşka yer yok” diyebiliyor. Ya da ‘ideal
çift’, reklam yapmak üzere bir firmayla sözleşme imzalarken, bir
yıl, en azından uluorta, başka kimseyle birlikte olmayacağına dair
söz verebiliyor. Oysa ‘aşk’ derken, bu kadar hesap kitaba gelmeyen
bir şeyden söz ediyoruz biz. “şimdi kaza geçirmeyeceğim, çünkü işim
çok” demek gibi bir şey bu! Aşk gelir ve vurur, deprem gibi.
Kariyer hesabı veya başarı hırsı için ertelenebilecek,
kaçınılabilecek bir şey değil ki...
* Güzel anlattın da, senin aşk dediğin şehvet
olmasın? Aşkla, şehveti karıştırıyor olamaz mısın?
-
Elbette şehvet de aşka dahil. ıkisini sonsuza kadar bir arada
tutmayı başaranlara sadece şapka çıkarılır. şehvet gerekli koşul
ama yeterli değil. Çünkü aşk, şehvetten ibaret değil. Kitapta çok
sevdiğim bir aşk tarifi var. Çocuklara aşktan ne anladıklarını
soruyorlar. Biri, “Babaannem eğilemediği için dedem onun ayaklarına
oje sürüyordu. Bence aşk budur...” diyor. Bayılıyorum bu
tarife.
* Önsözde Shakespeare’in 129’uncu sonesine atıf var:
“Acıkan şehvet, ruhu ezip geçer...”
- Evet ama şehvet
utanılacak bir şey değil. ınsani bir duygu. Aşkla buluştuğunda
uçurur insanı. Esas, acıkmış şehvetin, para karşılığı doyurulması
tuhaf. Toplum baskısı, acıkmış şehveti, genelev ortamında
doyuruyor. Genç erkekler arasında genelevin kod adı ‘Mektep.’
‘Evlenilecek kadın’, ‘yatılacak kadın’ ayrımını da o okulda
öğreniyor. Kişiliği parçalanıyor orada. ılk mektebe bu ortamda
gitmiş bir mezundan ne beklersin? Baskı altında tutulduğu için
ruhlarımız sakatlanıyor.
“Kitapta çok sevdiğim bir aşk tarifi var. Çocuklara aşktan ne anladıklarını soruyorlar. Biri, babaannem eğilemediği için dedem onun ayaklarına oje sürüyordu. Bence aşk budur, diyor”
BÜTÜN NEHİRLER SONUNDA SAKİN DENİZLERE AÇILIR
* Sakin, bütünleyici, tamamlayıcı bir şey aşk
olamaz mı? Bilmem kaç yıl birlikte
olup da
birbirlerini sevdiklerini söyleyenler yalan mı söylüyor? Onlarınki
sevgi, senin söz ettiğin aşk mı?
- ‘Aşk şudur, sevgi budur’ gibi kategorik ayrımlar bana anlamsız
geliyor. Derdim aşka uygun tanım bulmak değil, insanoğlunun aşkı
yaşayış biçiminden, gidişatımıza dair sonuçlar çıkarmaya çalışmak.
Yoksa elbette senin tabirinle ‘bütünleyici ve tamamlayıcı bir şey’.
Adı ne olursa olsun bence çok daha aranılan, özenilen bir ilişki
biçimi. Bütün nehirler sonunda sakin denizlere açılır. Mesele,
orada kirlenmemesi...
* Bütün sıkıntımız aşkı koruyamamak yani? Var mı
bunun bir yolu?
- Gazete gibi düşün. ılk anda büyük
heyecanla bekliyor, yutar gibi okuyorsun. ıkinci okuyuşta bildiğin
şey oluyor, cazibesini yitiriyor. Yeni gazeteyi bekliyorsun. Aşkta
da çabuk bayatlama ihtimali var. Yeni olan, her zaman cazip. Ancak,
‘Hep farklı bir şey okuyayım’, ‘Acaba öbürlerinde farklı ne var’
ihtirası, derin tatminsizlikler, mutsuzluklar da getirebiliyor.
Bence işin sırrı, aynı gazeteyi her gün yeni haberlerle çıkarır
gibi kendini yenileyebilmekte, ilişkiye emek harcayıp bıktırıcı
rutinden kaçınabilmekte, aşkı tazeleyebilmekte. Sen de bilirsin:
Tekrara girdin mi okur kaybedersin...
* Ama görüyoruz ki, senin de dediğin gibi bu başka
tenleri merak etme bitecek gibi bir şey değil...
- Topluma, döneme göre değişen bir açlık bu. ‘Başka ten’ler her
zaman, her toplumda vardı. Ama ‘başka ten merakı’ bazı toplumlarda
ve bazı çağlarda daha da azgınlaşıyor...
* Neden?
- Bence bunun cevabı, insan ruhunda değil, toplum dinamiğinde. Ağır
baskıdan çıkan toplumlar, normale dönünceye kadar bir ipten
kurtulma hali yaşıyor. Bir uçtan diğerine savruluyor. Bulduğuna
saldırıyor. Azgın boğalar, tekeler yetişiyor. Ten, çekici, ama ten
merakı geçici! Tabii ‘ten-eşir’e kadar sürdüren de var, son
tahlilde yaşadığınız ilişkinin derinliği, sizinkiyle sınırlı.
Sığlığınız ölçüsünde, boyu geçmeyen yerlerde sıradan ilişkiler
yaşarsınız. Siz derinleştikçe, aşkınız da açılır kıyıdan, sığlıktan
uzaklaşır, derinleşir, kalıcılaşır.
HAYATIMDAN DİLEK ÇIKSA GERİYE KURAKLIK KALIR
* Güzel söyledin. Bir de kitapta, “Aşk, yalnızca
içeriden yıkılabilen bir kaledir. Sadece âşıkların birbirini
yemesiyle yok olur” diyorsun. Dış etkenlerle neden
yıkılmıyor?
- Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine bak:
Ölümü göze alıp sevdiğine kaçan kadınlar var. Sevdiğinden yüz
bulamadığı için intihar eden erkekler... Böyle bir tutkuyla hangi
güç baş edebilir? Ama aynı sayfada, onların evlendikten sonra ölümü
göze alıp evden kaçtıklarına dair haberler de okuyoruz. O yüzden
dedim, “Seven iki insanı hiçbir güç ayıramaz. Ancak birbirlerini
yiyebilirler!” Bu arada hiçbir baskı, ‘elde etme’nin konforu kadar
yıkıcı değildir.
* Sence erkekle kadın tamamen farklı mı düşünüyor aşk
ve seks konusunda?
- Bence öyle. Ama bu genetik bir
özellik değil. ‘Kadının doğası böyle’ lafları da boş. Farklı
yetiştiriliş biçimleri, farklı algılar ve beklentiler yaratıyor.
Üstelik asırlardır bu böyle. Bana göre meselenin özü, bir iktidar
sorunu. Bebekle yetişen kız çocuklarıyla, avcılık kültüründen gelen
erkek çocukların büyüdüklerinde aşktan aynı şeyi anlamasını
beklemek zor. ılki şefkate, sadakate daha yatkın oluyor,
ikincisinin gözü sürekli sokağı kolluyor. Ama erkeğin iktidarının
yıkılmaya başlamasıyla bu algılar da değişiyor. Taşlar ağır ağır
yerine oturuyor.
* Genç yaşta evlenenlere ne tür bir öğüt
verirsin?
- Kendilerine sorsunlar, baksınlar,
değerlendirsinler: “Bu ilişki, uzun yola dayanıklı mı?” Aşkın bir
kaynama noktası var. Ve bu, bazen saniyeler içinde olabiliyor. O
heyecan, insanı yanıltabiliyor. Mesele, o heyecanı yıllara
yayabilmekte, zamanın yıpratıcı etkisinden koruyabilmekte. O da
emek ve birikim istiyor. Aşk, beslenmek istiyor. Besleyecek
malzemeden yoksunsan, ilk heyecanın şehveti çabuk biter. Yeni
evlenene, “Eşini iyi tanımaya çalış” derler. Bence herkes önce
kendini tanımalı. Sorulması gereken soru şu: “Bu ilişkiyi her dem
taze tutacak, uzun yolda bıktırmayacak, fırtınada toparlayacak
enerjim, hevesim, birikimim, derinliğim var mı?”
* Senin hayatından şu anda Dilek’i çekip alsam (Allah
korusun!), ne hissedersin?
- Büyük, çok büyük bir
boşluk. Hafıza kaybı. Kuraklık...
* Birlikte kurduğunuz o şeyi nasıl
tanımlarsın?
- Nasıl mı tanımlarım? Eğer akşamları
koşarak eve gidiyorsan, “Çok şükür evimde, sevdiğim insanların
yanındayım” duygusunu yaşayabiliyorsan, bunca yıl sonra kapıyı aynı
heyecanla açıp eşine sarılabiliyorsan, bu çok büyük bir nimet.
Bunun kıymetini yaşayanlar bilir. Ama tabii yaşayamayanlar, “Lanet
olsun, yine eve gidiyorum” diyenler daha da iyi bilir. Bir filmi
onsuz seyrettiğinde, bir yemeği onsuz yediğinde tadına varamamak,
neredeyse suçluluk duymak. Her okuduğun, yazdığın satırı paylaşma
isteği. Bu duyguyu Dilek’le hâlâ yaşayabildiğim için çok
mutluyum.
* Önceki yıl evliliğin bir sarsıntı geçirdi galiba.
Bu kadar aşk konuşup o olayı sormamak olmaz. Artık her şey yolunda
mı?
- Evinin, sarsıntıya dayanıklı olup olmadığı, ancak
depremde anlaşılıyor. Öyle bir sarsıntıydı. Anladık: Sağlammış.
Yıkılmadı...