Bedava medya için kaç para ödüyoruz? Oray Eğin yazdı

Demirören Medya Holding İcra Kurulu Başkanı Mehmet Soysal'ın "Televizyonları izlemenin bir ücreti olmalı" sözlerine Fatih Altaylı'nın ardından bir değerlendirme de Oray Eğin'den geldi.

Habertürk yazarı Oray Eğin, içeriğinin ücretli olmasının internetin ilk günlerinden beri tartışılan ama sonu hiçbir yere varmayan bir konu olduğunu belirtti. Bedava sunulan her ürünün ağır bir bedeli olduğunu söyleyen yazar bu durumun medyayı da kapsadığını belirterek şu ifadeleri kullandı: 

"Medya kendi izleyici kitlesini aslında farkında olmadan çalıştırır ve bu düzen Marxist öğretiye göre özünde bir emek sömürüsüdür. Televizyonda reklam dayatılan izleyici rızası olmadığı bir kamuoyu yoklamasının, bir pazar araştırmasının parçası yapılır dev şirketler tarafından."

Televizyonların reklamlar yayınlamak için yayın yaptığını iddia eden Eğin, "Televizyon dizileri, filmler, programlar reklamların arasındaki dolgu malzemeleridir. Sonuçta 24 saat reklam yapan bir kanalı kimse izlemez; ilacı şekerin içine gizleyerek vermek gerekir.Tam da bu yüzden bedava sandığımız aslında bedava değildir." dedi.

Bedava medya için kaç para ödüyoruz

Birkaç gündür Türk medyasında içeriğin paralı olması tartışılıyor. Demirören grubunun yayın organlarını yöneten Mehmet Soysal yazdı, ama Fatih Altaylı’nın yazdığı gibi nedense bu kadar etkili bir konumda olmasına rağmen uygulamaya koymadı ve şimdilik sadece okurla dertleşiyor. 

Web 1.0 günlerinden beri Türkiye’de de tartışılan ama sonu hiçbir yere varmayan bir mesele içeriğin ücretlendirilmesi. Ancak bu tartışmalar nedense içeriğin bedava sunulduğu, medya tüketicisinin okumaya veya izlemeye alıştığı varsayımına dayanıyor. Oysa, iletişim araştırmalarına ekonomi politik perspektifinden yaklaşanların altını çizdiği gibi serbest piyasada “bedava” sunulan her ürünün aslında ağır bir bedeli vardır. Buna medya da dahil.

Medya kendi izleyici kitlesini aslında farkında olmadan çalıştırır ve bu düzen Marxist öğretiye göre özünde bir emek sömürüsüdür. Televizyonda reklam dayatılan izleyici rızası olmadığı bir kamuoyu yoklamasının, bir pazar araştırmasının parçası yapılır dev şirketler tarafından. 

REKLAM MI PROGRAM MI?

Bu görüşe göre televizyonlar aslında reklamlar yayınlamak için yayın yapar ve yaygın kanının aksine reklamlar ekrandaki içeriğin aralarını doldurmaz. Tam tersine, televizyon dizileri, filmler, programlar reklamların arasındaki dolgu malzemeleridir. Sonuçta 24 saat reklam yapan bir kanalı kimse izlemez; ilacı şekerin içine gizleyerek vermek gerekir.

Tam da bu yüzden bedava sandığımız aslında bedava değildir. Dahası, televizyon izlemek için para verip bir aygıt almamız zorunlu ve Türkiye’de olduğu gibi İngiltere ve Almanya gibi ülkelerde de kamu yayıncılığı adına cebimizden vergi kesiliyor. Bedava sandığımız İnternet için her ay düzenli olarak abonelik ücreti ödüyoruz, Apple’a falan ayrıca verdiğimiz dev paraların yanında.

Uzun yıllardan sonra içeriğe erişim sisteminde ilk kez model değişiyor ve bedava sandığımız televizyon yayını için gönüllü olarak üzerine para vermeye razıyız. Netflix, Amazon Prime, Hulu gibi uluslararası devler birlikte Blu TV gibi yerli içerik sağlayıcılarıyla toplandığında her ay pasif eğlence için ödediğimiz fatura giderek kabarıyor. 

Reklamla ayakta kalan geleneksel modelin aksine bu gibi platformlarda izleyici eskiden olduğu gibi çalıştırılmıyor gibi gözüküyor, kendi öz iradesiyle seçme hakkı varmış gibi bir yanılsama yaratılıyor. İçeriğe para ödemeye razı olmamızın nedeni daha yaratıcı, daha ilgi çekici yapımlar ortaya koymaları ve neyi izleyeceğimizi tayin etme hakkını bize bırakmaları. Görünürde reklamsız yayıncılık için küçük bir bedel.

EN DEĞERLİ HAZİNE

Ama bu şirketler bize doğrudan ürün satmasa, denek olarak kullanmasa da çağımızın en kıymetli hazinesine sahip oluyorlar verirlerimizi toplayarak. Netflix algoritmasının binlerce kodu geçenlerde İnternet’e yayılmıştı mesela; izleme alışkanlıklarımız toplanarak hepimizin bir davranış haritası çıkartılıyor ve önümüze buna göre içerik konuyor. “Bu diziyi izlediyseniz kesin şunu da beğenirsiniz” önerileri büyük şirketlerin hakkımızda sahip olduğu bilgilerin yansıması. 

Hele Amazon kullandığımız tuvalet kağıdından okuduğumuz kitaba kadar bizi takip altında tutuyor ve bizi bizden daha iyi tanıyor.

Zaten günümüzdeki büyük savaş da giderek çoğalan bu veri tabanına kimin hakim olacağı. Facebook’un son zamanlarda yaşadığı krizlerde de görüldüğü gibi bu veri tabanı her zaman emin ellerde değil, toplumları seçim zamanlarında manipüle etmek için de kullanılabiliyor.Facebook izini kaybettiğimiz arkadaşlarımızla bizi yıllar sonra yeniden buluşturdu orası kesin. Ama bunu da dünyayı birbirine bağlamak gibi ulvi amaçla bedavaya yapmadığını kısa sürede öğrendik; karşılığında da epey yüklü bir fatura çıkarttı bize. Bu açından bakıldığında da Türkiye’de de içeriğin bedava olmadığı kolaylıkla anlaşılır. 

***

Medyayı kurtaracak sihirli formül ne?

Sermayenin habercilik üzerindeki gücünü kırmak için Marxist iletişim öğretisi “sağlıklı gazetecilik” modeli öneriyor. 

İktidarı hesap sormaya zorlayan, reklamveren baskısına yenilmeyen bağımsız bir medya modeli.

Önceki gün Metin Münir T24’te kendisinin de aralarında bulunduğu bir milyon kişinin The Guardian’a gönüllü düzenli para verdiğini, İngiltere’de solun da solunda yer alan bu gazetenin böylece ayakta kaldığını, içeriğini de ödeme duvarlarıyla kapatmak zorunda olmadığından bahsediyordu. Gazete her haberin sonuna bağış ricasını yeniliyor.

Ancak patronu olmayan, gazetenin yönetiminden bir vakfın sorumlu olduğu, editoryal kadronun tam bağımsız yayın yaptığı The Guardian bile sermayeden tam olarak muaf değildir. Gazete sponsorlu içeriğe karşı çıkmadığı gibi kimi vakıflardan da açık destek alır. Bill ve Melinda Gates Vakfı, Rockefeller ve Skoll vakıfları gazetenin kimi projelerine geçmişte destek olmuştur. 

Benzer şekilde Amerika’da kamu yayıncılığı yapan ve kar amacı gütmeyen radyo içerik sağlayıcısı NPR da yıllar önce McDonald’s’ın güçlü bağışıyla ayakta kalabilmişti.

Bu da eleştirilecek bir durum değildir; Batı’da kapitalist parasının bir bölümünü bu gibi işlere harcamanın toplumsal bir yükümlülük olduğunu bilir. Zaten çoğu zaman müzelere, sivil toplum kuruluşlarına, üniversitelere bağış yapmaları için devletler vergi kolaylıkları sağlar. Sermayeyle medyanın ilişkisi de en azından görünürde daha ölçülü ve naziktir. Bu bağışlar dev sermayeye anında dokunulmazlık katmaz, ama her fırsatta kurşuna dizilmelere de imkan tanımaz.  

The Boston Globe gazetesinin Spotlight ekibinin Katolik Kilisesi’ndeki çocuk tacizi haberini nasıl yaptığını anlatan 'Spotlight' filmi Oscar kazanmıştı.

Kesin olan tek şey sadece izleyici-okur desteğiyle yayın organlarının ayakta kalamayacağı. Tıpkı “Game of Thrones” dizisi gibi Spotlight ekibinin Katolik Kilisesi’ndeki çocuk tacizi haberini yapmak da masraflıdır. 

Sihirli formül ‘hibrit’ bir modele dayanacak gibi gözüküyor ileride. Silikon Vadisi’nin bir numaralı “If you build it they will come” motto’su gibi iyi içerik yapanlar karşılığını bulacak, ama büyük sermaye de medyaya para yatırmaya devam edecek. 

Büyük sermayedarların bağışlarla destek olduğu ama gazeteciler tarafından yönetilen, okurların da desteklediği medya kuruluşları bir formül olabilir Türkiye’de de. Ama daha bunu tartışacak noktada değiliz. İçeriği ücretlendirmeye de daha sıra gelmedi. Bizdeki tartışmanın acıklı tarafı mağazaya ürün koymadan müşterilerin gelip alışveriş yapmasını beklemek.