Yeni yılda hayatımız nasıl olsun?

Yeni yıla dair havada uçuşan dilekleri, eğlenmek için havaya salınan içi gaz dolu balonlara benzetiyorum.

Eski yıl omuzlarımızdaki tüm ağırlığıyla hayatımızdan giderken annemle birlikte hastanede geçirdiğimiz süre de 40. güne yaklaşıyor.

Hastaneden hayata başka türlü bakıyorsunuz.

Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi tutkulu, hırslı yaşamıyorsunuz, böyle yaşayanları anlamakta da zorlanıyorsunuz.

Yeni yıla dair havada uçuşan dilekleri, eğlenmek için havaya salınan içi gaz dolu balonlara benzetiyorum.

Dilekler, karanlık gökyüzünde önce tüm muhteşemlikleriyle parlayıp, sonra karanlıkta kaybolup giden havai fişeklere benziyorlar.

Oysa.

Dünya artık kendi dileklerini gerçekleştirmek için insana çok dar bir alan bırakıyor.

Dijital teknoloji, düşünen makineler biçimlendiriyor her şeyi. İnsan bu değişimin karşısında zavallılaştığının farkında bile değil.

Teknolojiye sahip olduğu için yaşadığı sevinç, o teknoloji tarafından esir alındığı gerçeğini gizliyor.

Küresel siyaset oligarkları gündelik yaşamın umut ve huzurunu, çoktan kendi hükümdarlığına devşirmiş durumda.

Şimdi. Diyeceksiniz ki, zaten içimiz kararmışken bu yeni yıl ortamında içimizi karartmanın alemi var mı?

Yok elbette ancak iletişimde de şöyle bir bilgi var: Bazen iyi bir şeyi kötüden gelerek anlatabilirsiniz.

Teknolojinin ve siyasetin egemenliğine girmişsek, iç dünyamızdaki egemenlik zorluklarına rağmen halâ bizde.

Yeni yılda gerçekleşmez dileklerle kandırılmak yerine, kendi yaşam kılavuzlarımızı bulmak daha anlamlı olmaz mı?

O kılavuzları fark etmek ya da oluşturmak bize düşüyor. Ahkâm kesmek yerine kendi kılavuzlarımı yazayım en iyisi.

Mesela. Yüzünde gülücük açan çocuklar. Onları daha çok fark ederek, hasta ya da yoksul bir çocuğun gülmesi için varlıklarımızı (zamanımızı, paramızı, emeğimizi) feda etmeyi göze alabiliriz.

Sağlıklı her yaşlı insana içten bir selam verebiliriz. Onlar da bizim kılavuzumuz. Saçma sapan beslenme, diyet önerilerinin ardından gitmek yerine o sağlıklı yaşlıyı taklit etmek yeterli.

Beklenmedik bir anda, bize güzel bir şey söyleyen insandan güç alabiliriz.

Mesela.

Yorgunluktan, gençlere baktığımda yaşadığım umutsuzluktan kaç kez hocalığı bırakmaya karar versem, bir öğrencim çıkıyor ve beni bu fikrimden vazgeçiriyor.

Yine öyle, bunalmışken. Geçen hafta. TED Üniversitesi’nde. Dönemin son dersinde, “Hayatta ve ayakta kalın” dileğiyle dersi kapatırken.

Öğrencim Pembesel (ne ilginç bir isim değil mi), Ahmet Telli ile başlayan benimle biten bir konuşma yaptı.

Katıldığı Ahmet Telli söyleşinde, Telli’nin “Yaşanan her şeye rağmen umut dolu” olduğunu, “mütevazı duruşuyla bile umut verişini hayranlıkla izlediğini” anlattı.

Ardından, arkadaşlarının önünde, hiç çekinmeden “iyi ki dersinizi seçmişim” dedi, “ilk dersteki benle bu son dersteki ben aynı değilim.”

İyi şeyleri paylaşmaktaki cimriliğimizi bildiğimden şaşırdım ama o devam etti:

“Her pazartesi hızlı hızlı geldim dersinize. Nasıl olur da bir pazartesi, tüm sendromlarıyla bu kadar çekici bir hale gelir? Hiçbir dersinizde mola vermek aklıma gelmedi, derse başlar ve anlatacaklarınızı kaçırırım diye molaya çıkmadığım da çok oldu.”

Devam etti:

“İlk derste, ‘bırakmak isteyen hemen bırakabilir’ dediniz. ‘Beni sevip sevmemeniz önemli değil, anlamanız yeterli’ dediniz. O kalabalık sınıf her pazartesi doldu taştı. Dönem bitti ve benim önümüzdeki pazartesi heyecanla ve hızlı adımlarla gidecek bir yerim yok artık. “

Bu konuşmayı iyi not alma hesabıyla yapmadı. Öğrencilerim bu tür stratejilerin bende ters teptiğini iyi bilirler. Pembesel bu ters tepmeyi göze aldı.

Hayatta. Bazen. Yorulursunuz. Umudunuz biter. Vazgeçersiniz. Hiç beklemediğiniz bir yerden biri size bir şey söyler, devam edersiniz.

Ya da.

Annemin durumu nedeniyle yazı yazamıyorum diye anneme üzülür gibi yapıp yazımı okuyamayışlarına üzülen muhteşem okurlar. Onlardan biri sevgili Fatma A.’nın “Anneniz halâ mı iyileşmedi” tonlamasındaki e-postaları. Yazmayı bıraktırmaz size.

Aklımızda tutsak iyi olur; Kendi gölgemize hayran olmaktan, gölgemizde kalanları görmezsek gölgemizle bir başına kalırız.

Yeni yılda, gölgenizde kalanların gölgesine sığınmayı deneyin. Pişman olmazsınız.

Kendinize bir iyilik yapın da büyük umutların, büyük dileklerin yakanızdan düşmesini sağlayın.

Büyük saraylar yapmak için altından tuğlalar peşinde koşmak yerine, kendi kerpiç evlerinizde sizi gerçekten sevenlerin sıcağında ısınmayı tercih edin.

Mutluluğu başka yerden dilemek yerine, mutluluğu kendiniz yapın.

Biz. Yılbaşı akşamı için hastaneden izinli çıkacağız. Her yıl olduğu gibi bu yıl da evde, aile sofrasının etrafında toplanacağız.

Sonra yeniden hastaneye dönecek olsak da, 2016’da annemi hayatta tuttuk. Bundan büyük başarı mı olur?

Buradan sevgili doktorlarımız Cenk Akbostancı, Arda Çetinkaya ve ekiplerine, hemşirelerimiz Ayşe, Mukaddes ve İlhan’a, tüm yoğunluğuna rağmen annemden ilgisini esirgemeyen Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Erkan İbiş’e sevgilerimizi yolluyoruz. Onlar olmasa bu kadar güçlü olmazdık.

Yeni yılda hayatlarımızda “onlar olmasa hayat daha zor olurdu” dedirten dostlarımız olsun. Gerisiyle baş ederiz.

YENİ YILDA MEDYAYA DAİR BEKLENTİLERİM

Ya Basın Ahlak Yasası’na uyulsun ya da bu yasa kaldırılarak basınla ahlak arasındaki ilişki tamamen kopsun.

Ahmet Şık’lar değil, Ahmet Altan’lar tutuklansın, tutuklamalar da gazeteciliğe değil, suç örgütüne yardım ve yataklıkların somut kanıtlarına dayansın.

Başta Hürriyet olmak üzere medya, sağlık konusunu daha ciddiye alıp “2017’de trend olacak vitaminler, moda besinler” saçmalığından vazgeçsin.

Yine Hürriyet, Gülben Ergen’i şişirmeyi bıraksın ki markasını ucuzlatmasın.

Nevşin Mengü, Twitter’ı daha az kullanıp, ruh sağlığını korusun.

Ahmet Hakan daha az ama daha kaliteli yazılar yazsın.

Yılmaz Özdil bu kadar iyi yazılar yazmasın ki, ben de dahil tüm köşe yazarları kendilerini iyi hissetsin.

Son yıllarda haydan gelen köşe yazarları, ivedilikle huya gitsin.

Köşe yazarları bilgi boşluklarını edepsizlikle doldurmaya kalkmasın.

Medyada bir şey olmak için birinin bir şeyi olmak gerekmesin.

Sanat müziğini aşağı çeken ve kendini tekrar eden Tarkan’a yılbaşı için 600 bin TL veren medya hovardaları koltuğunu kaybetsin.

23 Nisan’da, muhabirler medyanın yönetim koltuklarına otursun, yöneticiler ellerinde kamera mikrofon haber peşinde koşsun.

Tartışma programları soytarılık değil, düzey peşinde olsun.

Acun Ilıcalı medyadan çekilsin.

Tam da eğitimde PİSA sonuçları tartışılmışken, “kim daha soytarı” yarışmaları yerine her yaş grubu için bilgi yarışmaları konsun.

AKLIMDA KALAN

Başkanlık tartışmalarında en doğru söz: Sistem değişikliğiyle ilgili herkes konuştu. İsteyenler, istemeyenler her cümleyi kurdu. Bu sürece dair en doğru, en anlamlı cümleyi sevgili Ahmet Kasım Han, Tarafsız Bölge’de söyledi: “Yeni Anayasa yüzde 50+1’le kabul edilse de, aynı oranla reddedilse de yanlış olur. Bir ülkenin Anayasa’sı böyle oranlarla değişmemeli, uzlaşmayla değişmeli.” Gerçekten de Anayasa referandumunda “basit çoğunluk” aramak, doğru bir yöntem değil. Kimse bu konu üzerine kafa yormuyor.

Yorumlar