Oysa biz sadece veda edecektik...

Biz sadece KHK ile görevlerine son verilen fakültemizden 17 çalışma arkadaşımıza veda etmek için oradaydık.

Ankara Üniversitesi’nin Cebeci kampüsünde içini bilgiyle doldurduğumuz cübbelerin çiğnendiği gün…

Biz sadece KHK ile görevlerine son verilen fakültemizden 17 çalışma arkadaşımıza veda etmek için oradaydık.

KHK’nın yayınlandığı salı akşamı hepimiz şaşkındık.

Bir süredir huzursuzluk kol geziyor olsa da, bu kadar çok ismin olmasından şaşkındık.

Ertesi sabah dekan tarafından çağrıldığımız toplantıda, kalan bir avuç profesör olarak üzgündük. Gergindik.

Her kafadan bir ses çıktı. Duygular ayaktaydı.

Toplantı sonunda, geri dönecekleri umuduyla, cuma günü için bir veda programı düzenleme kararı alındı.

O toplantı çıkışı ilginç bir mesajlaşma yaşadım.

Cumhurbaşkanına hayli ama hayli yakın biri attığı mesajda “Altı sağlam mı?” diye soruyordu.

Anlamamıştım, sordum. “Ne demek istiyorsun?

Cevap geldi: “Fakültenizden atılan akademisyenlerin FETÖ ile ilişkisi var mıdır?

Bizim fakülteden” dedim, “her şey çıkar, FETÖ çıkmaz. FETÖ’nün tüm uğraşlarına rağmen girmeyi başaramadığı neredeyse tek kurumuz.”

Cevabı şaşırtıcıydı: “Nasıl işler bunlar? Kim nasıl karar veriyor?

Bu soruları bizim size sormamız gerekmiyor mu?” dedim.

Görevine son verilenler arasında FETÖ’cü olmadığı gibi, “barış için akademisyenler bildirisi”ne imza atmamış olanlar, sonradan imzasını çekmiş olanlar vardı.

Sonuçsuz bir mesajlaşma oldu.

Cuma sabahı, polisler ve TOMA’lar arasında kampüse girdim.

Odama çıkmak içimden gelmedi, kapıda karşılaştığım arkadaşımın odasına geçtik.

Veda programının saatini bekliyorduk. Fakültenin merdivenlerinde vedalaşılacaktı.

Olmadı.

Kalabalık artmaya başlayınca kampüse girişler yasaklandı.

Kampüs girişindeki kalabalığa doğru yürüdük. Gözaltılar başlamıştı.

Sözcüklerinden başka bir şeyi olmayanlarla, silahından başka bir şeyi olmayanlar karşı karşıyaydı.

Kalabalıkta daha önce gözaltına alınmışlığı olan asistanlarımızdan birini aramaya başladım. İsmini vermeyeceğim.

Çıkan arbedede hiç değilse onu bir daha alıp götürmelerine engel olmak lazımdı.

Tanıyan herkese sormaya başladım. Nerede? Gören var mı?

Birileri karmaşanın büyüdüğü bir noktayı işaret etti.

O tarafa gittim. Kolundan tutup kargaşanın içinden çekip almaya çalıştım.

Direndi. “Göz altına alınmanı istemiyorum” dedim, kolundan çekerken.

Ben onu polislerin önünden almaya çalışırken o bana “Hocam koşun” diye bağırmaya başladı.

Anlamamıştım. Afallamıştım.

Benim onu çekmek için çabalamam yerini, onun beni sürüklemesine bırakmıştı. Kolumdan çekerek koşmaya başladı.

Bir yandan beni fakülteye doğru sürüklüyor, bir yandan paltomun kapşonunu kafama geçiriyor ve bağırıyordu: “Hocam biber gazı atıyorlar koşun.”

Koştuk ama biber gazı bizden hızlı koşmuştu.

Öğrencisi olduğum ilk günden bu yana keyifle girdiğim kapıdan bu kez girerken midem bulanıyordu.

Gözlüğüm gözlerimi korumuştu ama boğazım yanıyor, midem bulanıyor kusarcasına öksürüyordum.

Birileri limon veriyor, birileri “Limon olmaz, limon olmaz bu başka bir gaz” diyordu.

Kalabalığın içinden çıkarmaya çalıştığım asistanı bir odaya iteledim, başına başka birini diktim. Kapıyı kapattım.

Öksürüğüm azalıp, yeniden dışarıya çıktığımda polisler fakülte kapısına gelmişlerdi. Silahları ateşe hazır, gaz tabancaları binaya doğrultulmuştu.

Devasa huzursuz köpeklerinin ağzında koruyucu kafesler vardı. Köpeklerden sorumlu polisler onları zor zaptediyordu.

Ortamın gerilimini almak için “Köpekleri sıkı tutuyorsunuz değil mi?” dedim, başlarıyla onayladılar.

Demek ki diyaloğa kapalı değildiler.

Sakin olun” dedim polislere, “Burası iletişim fakültesi. Silahlar değil sözcükler konuşur, sakin olun.

Polisler “Siz onu bize söylemeyin” derken amirleri tarafından azarla susturuldular.

Çünkü onlara diyaloğa girmek yasaktı.

O sırada arkamdaki fakülte kapısından öğrenciler çıktılar. İçlerinden birkaçı “öğrenci kolektifleri”ndendi. Hiddetliydiler.

Girin içeri!” diye bağırdım.

Olmaz hocam, arkadaşlarımızı aldılar” diye direndiler.

Girin içeri” diye kollarından ittim, “Girin sizi de almasınlar!”

Bize bağırmayın hocam” dedi biri, bir yandan halâ yanan boğazımla öksürüyor, bir yandan itekliyordum: “Ben bağırırım çocuk, girin içeri dedim size!

Fakülte görevlilerini o çocukların başına bekçi yaptım.

17 çalışma arkadaşıma veda edelim derken…

Bunları yaşadık…

Oysa. Gerçek akademisyenler, yani onlar için üniversite kuran, kadro tahsis eden, bilim yapmadan yükselmelerine neden olan FETÖ gibi yapıların arkalarında olmadığı akademisyenler, kendilerini kolay var etmezler.

Binlerce kitabın birikimi kafalarındadır. Geceler boyu çalışırlar, üretirler. Bir taraftan öğrencilerine ders verirken, bir taraftan unvan almak için sınavlara hazırlanıp girerler.

Akademisyenler devletin en büyük sermayesidir.

O akademisyenlerin kimi iktidar gibi düşünebilir, kimi düşünmeyebilir.

Her durumda akademisyenler, özellikle de muhalif olanlar iktidarların dikiz aynasıdırlar…

Onları susturmak yerine, anlamaya çalışmak lazımdır.

KAFAN KARIŞIK BEBEĞİM

Referandum için 9 gün tatil öneren Abdurrahman Dilipak’a Gülse Birsel üslubuyla ancak şöyle denebilir;

Kafan karışık bebeğim, “evet”çiler de katılım oranı yüksek referandum istiyor.

Bebeğim, bu kez “hayır”cılar da, 9 değil 19 gün de tatil olsa bir yere gitmezler.

NEREDEN BAKARSAN TUTARSIZLIK!

İrfan Değirmenci, “hayır” tweet’i attığı için Kanal D’den gönderilmiş. Bu konu kısa bir yazıyla geçiştirilemeyecek kadar çok boyutlu.

Bu kez sadece üç cümle kuracağım;

Bir, haberle haberci arasındaki mesafe kapandığı gün gazetecilik ölmüştü zaten, şimdi kim, neye şaşırıyor anlamıyorum.

İki, Doğan Grubu o kadar özgüvensiz ve tutarsız kararlar alıyor ki, attığı her adım kendisini daha da aşağıya çekiyor, ne ona ne buna yaranabiliyorlar.

Üç, tutarsızlık, yanlış olmaktan ve de yanlış yapmaktan çok daha yok edicidir arkadaşlar.

BU YAPILIR MI ŞİMDİ?

Tamam, senaryosu sündürüldükçe sündürüldü.

Tamam, Poyraz’ın ağlamaktan kızaran kocaman burnunu görmek bazen sıkıyordu.

Tamam, başlarına gelmedik olay kalmadığı için ikinci tura geçildi.

Yine de, Poyraz Karayel’i pat diye bitirmenin sırası mıydı?

Bu işin içinde bir iş var kesin. O iş nedir, bilen var mı?

SİZCE?

Hükümetten biriyle tartışıyoruz.

Büyükannelere destek projesi” için diyor ki “Bu projeyle geleneksel aile yapısı güçlenecek.”

Ben diyorum ki, “Katılmıyorum. Geleneksel ailede toruna bakan büyükanneye para vermek var mıydı?”

Sizce kim haklı?

DESELER İNANMAZDIM

Bir gün Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım gibi düşüneceksin deseler inanmazdım.

Öyle oldu. Türkiye Futbol Federasyonu’nun değişmesi yönünde aynen Aziz Yıldırım gibi düşünüyorum.

Yerlerine önerilecek isimlerde aynı düşünmeyeceğimiz kesin ama.

AKLIMDA KALAN

Ezberleri bozan bir cümle: Turkcell Genel Müdürü Kaan Terzioğlu “İngilizce yerine robot yapmayı öğrenmeliyiz” dedi. İşte budur! Yıllar yılı İngilizce öğretmek için ülkeyi açık Oxford’a çevirdiler. İngilizceyi öğrenemedik. Parası olanların İngilizcesi de oldu, olmayanlar “vat didin gülüm”de kaldı. Dil bilmenin gerekmediği günlerdeyiz. Yazılı/sözlü her türlü çeviri olanağı mevcut. O da olmadı, yakında beyne dil çipi takacaklar, kaç dil istiyorsan konuş. Biz halâ dil puanları istemeye, dil barajları koymaya devam ediyorduk ki… Terzioğlu çıktı, ezberleri kökünden salladı. Bu adamı tuttum ben.

Yorumlar 2 yorum