Bak dostum o konuya gireceksen, tepeden girmelisin

İşin açıkçası, hanutçu gazetecileri medyadan silseniz geriye üç, bilemediniz beş gazeteci kalır...

Faruk Bildirici. Benim neredeyse yüz yıllık dostum.

Tutmuş, sağcısından solcusundan tüm medyanın sonu gelmez tartışmasını yeniden açmış.

Hanut gazeteciliği” sorununu.

İşin açıkçası, hanutçu gazetecileri medyadan silseniz geriye üç, bilemediniz beş gazeteci kalır.

Naif dostum Faruk, son yazısında Ronaldo söyleşisini, davet gezisi olduğunu belirtmeksizin yazdığı için Gökhan Kimsesizcan’ı,

Meksika gezisinde “çözünebilir kahvenin zararlarını” yazmadığı için Müge Akgün’ü, Londra gezisinde “çok güzel ağırlandığını” yazan İdil Tatari’yi eleştirmiş.

Gökhan Kimsesizcan magazinci. Magazin, hanutun bizzat kendisi zaten. Eleştirsen ne, eleştirmesen ne?

Müge Akgün ve İdil Tatari’ye gelince. İkisinin de en bilinir oldukları gün, Faruk’un onları yazdığı gün olmalı.

Onları eleştirmek kolay iş.

Sen esas Ertuğrul Özkök’e bakacaksın Faruk’cum.

Tamam şimdi Özkök, ki kendisini seven az sayıda insandan biriyim, bana kızacak.

Kızsın, ben de ona kızdım zaten.

Adam kalkmış Osman Müftüoğlu’nun oteli midir, kliniği midir nedir oraya gitmiş.

Neymiş, beyimiz kilo verecekmiş! Versin de.

(Ki, benim kendisine önerim, madem “ifadesiz yüz” korkusundan dolgu, botoks da yaptırmayacak, kilo vermekten de vazgeçmesidir.

Kırışıklıkları hiç değilse aldığı kilolarla kapanır ve zannımca iyi de olur.)

Gitmiş Müftüoğlu’nun kliniğine. Neredeyse tam sayfa yazı döşenmiş.

Anlata anlata bitirememiş.

Özkök’ün köşesi, Allah bilir reklam bütçesi açısından en değerli köşe olsa gerektir.

Kliniği göklere çıkarmak yetmemiş, bir de Osman Beyle (ben bu Osman’ın Ankara Numune’deki mütevazı doktorluğunu, bugünkü haline bin defa yeğlerdim) yan yana fotoğraf çektirmiş.

O da yetmemiş, aynen şöyle yazmış:

Şile’nin girişindeki Best Western Hotel’in bir katı Osman Müftüoğlu’nun ‘Yaşasın Hayat’ misafirlerine ayrılmış.

Otel’in bahçesi çok güzel.

Yüzme havuzunu çok sevdim.

Cilt bakımı, SPA ve özel diyet restoranı birinci sınıf.”

Şimdi. İlk sorum sevgili Faruk’a:

Ertuğrul Özkök dahil herkesi eleştirecek az sayıdaki sağlam gazeteciden biri sen değil misin?

Diyelim ki, Ertuğrul Özkök o muhteşem “Yaşasın Hayat” kliniğine parasını ödedi, faturasını gösterdi. Peki Osman Müftüoğlu’ndan da gazetedeki reklam için bir ödeme yapması istenecek mi?

Diğer sorum ise, Hürriyet’in çiçeği burnunda yayın yönetmeni sevgili Fikret Bilâ’ya.

Hanut gazetecilik, kimlere serbest, kimlere yasak?

Kıssadan hisse bir; Bozuk medya düzeninde neremiz doğru ki, buramız doğru olsun.

Kıssadan hisse iki; Amaaan bırak Faruk’cum dağınık kalsın.

KİM, NE YAPSIN?

Referandumda son viraja yaklaşırken, stratejiler yeniden gözden geçirilecekse;

Hayır”cılar, kendileri gibi düşünen topluluklara konuşmaktan vazgeçsin.

Kendi belediyelerinde, kendi yayın organlarında boşuna enerji tüketmesinler.

Evet”çiler, her zamanki kampanyaların aksine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ya daha az konuştursunlar ya da daha sakin konuştursunlar.

SANKİ O’NUN DA ÇOK UMURUNDAYDI!

Mustafa Kemal’in heykelini meydandan kaldırmışlar, çay bahçesine dikmişler Ordu’da.

Sözcü, Aydınlık vs. medyada kıyamet koptu geçen hafta.

Bundan rahatsız olanlar.

Huzursuz olanlar.

Hınçla dolanlar, hırs yapanlar.

Oysa.

Mustafa Kemal’in kendisinin çay bahçesinde, masalara doğru bakan heykelinden rahatsız olduğunu hiç sanmıyorum.

Aksine keyif duymuş olması pek muhtemel.

Hayatı boyunca bir keyif çayı içmemiş, aylak aylak oturup kalmamış.

O cepheden bu cepheye koşturup durmuş, yetmemiş bir ülke kurmuş.

Kısacık ömrüne binlerce yılda yapılamayacakları sığdırma telaşından hiç nefes almamış bir lidere, olsa olsa bir iyilik bu.

Bazen kötülük yaptığınızı sanırken büyük iyilik yapmış olursunuz karşınızdakine.

NE GÜZEL ADAMDIN TAYFUN…

Daha geçen hafta. Tunalı’da karşılaşmıştık.

Tunalı’nın o bir türlü düzeltilmez bozuk kaldırım taşlarının arasına sıkışmış, ayaküstü sohbet etmiştik.

Ne kadar çok oldu görüşmeyeli demiştik.

Onun ve benim yanımda insanlar olduğundan kısa kesmiştik sohbeti, “görüşelim” demiştik.

Ondan ayrıldıktan sonra.

İki anı gelip oturmuştu aklıma.

Birinde Milas’ta “yol hikâyeleri”ni çektiği epeyce havalı pikapının (biz öyle derdik o tür kamyonetlere) önüne kırıvermiştim direksiyonu.
Sinirle arabasından inmiş, beni görünce gülmeye başlamıştı.

Yol kenarı sohbeti yapmıştık uzun uzun, “buluşalım” demiştik.
Ankara’daki evinde, o, ben ve önemli bir bürokratla yaptığımız tavla turnuvasını hatırlamış gülmüştüm.

Daha geçen hafta.

Bugün. Tayfun Talipoğlu yok. Türkülerini ve tüm hikâyelerini o içli dünyasına çekip götürdü.

Başımız sağ olsun.

BENİ BİR BAKAN ZEYBEKÇİ ANLADI

13 Şubat’ta, büyükannelere maaş bağlanmasına değil de, bu uygulamanın savunduğunun aksine "geleneksel aile yapısına uygun olduğu" iddiasına itiraz etmiştim.

Meğer kabinede benim gibi düşünenler de varmış. Mesela Ekonomi Bakanı Zeybekçi de “Babaanneye torununa baktığı için para vermek bana doğru gelmiyor” demiş.

Beni bir Bakan Zeybekçi anladı, o da doğru anladı.

İÇİ BOŞ ÖZGÜVEN ZAVALLILIKTIR

Serenay Sarıkaya bence güzel çok güzel bir kadın. Çok da çalışkan.

Ama gençlere akıl vereceğim derken kurduğu cümlelere bakın.

Kendinize hedef belirleyin.”

Hayallerinize tutunun.”

Harekete geçin.”

Harekete geçmek için de özgüven sahibi olun.”

Zaten bu tür kişisel gelişimci direktifler nedeniyle etrafımız, içi boş özgüven şişkini gençlerle dolu.

Oysa Serenay uzatmasa, sadece kendi yaptığını gençlere de önerse hiç sorun olmayacaktı: Hedef koyun ve o hedef için çok çalışın.

Yeterliydi.

Çalışmadan edinilen tüm başarılar gelip geçicidir..

KENDİMİ İHANETE UĞRAMIŞ HİSSETTİM

Okur soruyor, “İzlediğiniz iki üç diziden biriydi Poyraz Karayel, bitti bir tek cümle yazmadınız, niye ki?”

Yazmadım çünkü, o Amerikanvari olmakla arabesk olmak karışımı sonu hazmetmiş değilim.

Bu kadar farklılaşma çabası içerisindeki bir dizi nasıl bu kadar zekâmızı hiçe sayar, sindirmiş değilim.

Zekamızın küçümsenmesine razıydık da, yok sayılması olacak şey mi?

American psycho” katilimiz tarafından Ayşegül’ün öldürülmesi, Poyraz’ın kafayı yemesiyle Orhan Gencebay’laşması, asi Meltem ve sistem karşıtı Zülfükâr’ımızın üç çocukla sisteme dahil edilmesiyle arabeskin zirvesinde dizinin bitirilmesiyle...

Senaryo ekibinin başı olan Ethem Özışık, birilerine “madem öyle işte böyle” demek için yapsa bile, kendisi tarafından bizzat ihanete uğratıldığımı hissettim.

AKLIMDA KALAN

Ölümle aramızdaki mesafe: Geçenlerde ölen Bauman, hayatla tüm meselemizin, özünde ölümle meselemizden kaynaklandığını düşünürdü. İnsanın modernleşme sürecinin aynı zamanda ölümle arasına mesafe koyma süreci olduğunun altını çizerdi. İlkel topluluklarda ölenler aynı evin içinde/altında bir yere gömülürken, zamanla mezarlıkların şehrin dışına itilmesini açıklardı: Ölüm aklın baş edemediği tek gerçeklik ise uzakta tutulması gerekti. Sözcü’nün Seyahat ekinde, Meksika’daki “ölüler günü festivali” yazısı bu bakımdan ilginçti. Ölülerinin en sevdiği yiyecek ve içeceklerle mezarı başında piknik yapılırmış o gün…

Yorumlar