MEDYA KÖŞESİ

Köşe yazarları Akif Emre'nin ardından bakın neler yazdı?

Yeni Şafak yazarı Akif Emre'nin ani ölümü medya dünyasını sarstı. Akif Emre'nin ölümünün ardından hangi köşe yazarı bakın neler yazdı?

Köşe yazarları Akif Emre'nin ardından bakın neler yazdı?

Gazeteci yazar Akif Emre, özellikle İslamcı camianın entelektüel isimlerinden birisiydi. Arkasından herkes iyi konuştu. 

Fikrin namusunu sonunu kadar savunan, vicdanıyla yazan Akif Emre için bugün köşe yazarları veda yazıları yazdı. 

Sizler için bugün Akif Emre'yi anlatan köşe yazılarını derledik...

Gazeteciler.com olarak kendisine Allah'tan rahmet, sevenlerine sabır diliyoruz...

İBRAHİM KARAGÜL/ YENİ ŞAFAK
EYVALLAHI OLMAYAN, OMURGALI, ONURLU BİR ADAMDI AKİF EMRE...

Yazmanın en zor olduğu anlar kaybettiğin birinin arkasından cümle kurmaktır. Sadece hissedersin, suskunluğa bürünürsün, kelimeler dökmek istemezsin, derin bir iç geçirirsin, “üç günlük dünya” dersin. İçinden dua etmekten başka bir şey geçmez.
Kelimeler ağır birer yük, angarya haline gelir. “İyi adamdı” lafları boş laflara dönüşür. Arkasından sarf ettiğiniz her güzel cümle ona değil, bu dünyaya dönük olur. Hedefler, iddialar, kavgalar gözünde küçülür gider, değersizleşir, anlamsızlaşır.
Beni Yeni Şafak'a Akif Emre davet etmişti. 1995'te bu gazeteye onunla başladım. Yeni Şafak'ın kurucuları arasındaydı ve yazı işleri müdürlerinden biriydi. Uzun süre beraber çalıştık.
Yeni Şafak'ın, Türkiye'nin siyasi tarihiyle özdeşleşen kaderinde, birçok olaya, krize, gelişmeye birlikte tanık olduk. Daha sonra Yayın Yönetmeni oldu, yine beraber çalıştık. Yayın yönetmenliğinden ayrılsa da uzun yıllar, kesintisiz yazarlığa
devam etti.
O Yeni Şafak'a karakterini veren isimlerden biriydi. Yeni Şafak çizgisi o ve birkaç arkadaşının öncülüğünde şekillenmiş, Türkiye eksenine sabitlenmişti. Dava, Türkiye üzerine kurulmuştu ama bütün “coğrafyamızı” kucaklıyordu.
Yıllar sonra, bugüne geldiğimizde gördüğümüz şey; 23 yıl önce bu temeli atanların ne kadar ileriyi gördüğü, nasıl bir Türkiye hayal ettiği, o hayale nasıl ulaşıldığı, dünya tasavvurlarının ne kadar gerçekçi olduğudur.
Türkiye'nin siyasi değişim mücadelesinde “gazilik” unvanını hak eden Yeni Şafak'ın temel eksenini şekillendiren isimlerden biriydi Akif Emre. Frenleri sağlam, sağa sola yalpalamayan, en kritik zamanlarda nerede durulacağını bilen, “eyvallah”ı olmayan, omurgalı, onurlu bir “adam”dı.
Belki çok “kırıldı” ama hiç eğilmedi.
Dün sabah gazetede haberi alır almaz, arkadaşlarımla Gayrettepe'deki ofisine gittik. Ailesi, bir kaç ofis çalışanı ve bir kaç yakın dostu gelmişti henüz. Kısa bir süre sonra da Albayrak Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Albayrak geldi. Üstüne bir seccade örtülmüş, boylu boyunca yerde yatıyordu. Mehmet Güney diz çökmüş, derin bir hüzünle dua ediyor, ailesi yerde oturmuş sükunetini korumaya çalışıyordu.
Ofise gelmiş, bir çay bir poğaça almış, toplantıya hazırlanmaya başlamış. Toplantı saati geçmesine rağmen gelmeyince çağırmak için kapısını açmışlar. Bir bakmışlar ki, sandalyesinde öylece sessizliğe uçup gitmiş.
Masasındaki notları, tahtada çalışma konuları listesi..
Çay da yarım kalmış, poğaça da..
Merdivenlerden çıkışını, asansöre binişini izledim kamera görüntülerinden. Gayet sağlıklı, omuzuna astığı çantasıyla yürüyen Akif Emre'ydi. 15-20 dakika sonra bu dünyadan göçüp gideceği kimin aklına gelirdi..
Ama biz iman edenlerdeniz. Hayatın bir emanet olduğunu bilenlerdeniz. Nefesin ne zaman tükeneceğini kim bilebilir ki.. Biz o kadere teslim olanlardanız.
Üzerimde çok emeği var Akif Emre'nin. Hem mesleki olarak hem de düşünce dünyamın şekillenmesi açısından. Coğrafyanın neresinde bir olay olsa, o tarafa yönelsek Akif Emre'nin izlerini görüyorduk. Moro'da barış görüşmeleri olur, Akif Emre'nin daha önce Selamet Haşimi ile yaptığı söyleşi çıkardı karşımıza. Ne zaman İslam şehirlerine yönelsek Akif Emre'nin yazıları, seyahat notları, belgeselleri, izleri çıkardı karşımıza. Endülüs, Bosna, Kudüs onunla gelirdi aklımıza. Entelektüel dünyamızda, düşünce dünyamızda bir duruş ekseniydi o.
Onu hep Bahattin Abi (Yıldız) ile birlikte düşünürdüm. Birbirlerine çok benzerler, çok değer verirlerdi. Bahattin Abi, bir ömrü mücadele ile geçmiş o dava adamı, hayatını coğrafyanın her yerine dağıttıktan sonra Afganistan'da şüpheli bir uçak kazasında tamamlamıştı.
Akif Emre de onun gibi, bütün ters rüzgarlara, popüler eğilimlere, çıkar hesaplarına aldırmadan onuruyla, kişiliğiyle, mertliğiyle gitti bu dünyadan. İkisi de kimseye el açmadı. Biri inşaatlarda ziftçilik yaparak ayakta durdu, diğeri mütevazı hayata tutundu, birçok şeye tenezzül etmedi.
Onu da Bahattin Abi'nin yanına uğurladık.
Biz insanlar, yaptığımız her şeyde bir eksiklik bırakırız. Sevgimizde de, dostluğumuzda da, vefamızda da.. Belki onun da etmediği, söylemediği, gizli tuttuğu sitemleri vardı. Hepsini toplayıp gitti işte.
Allah rahmet eylesin. Eşine, çocuklarına, dostlarına sabır versin.

MEHMET ACET / YENİ ŞAFAK
FATİHA LİSTESİNE AKİF ABİYİ EKLEDİK

Sene 1996…



İstanbul Reşitpaşa'da, Kanal 7'nin dış haberler servisinde, Reuters'tan gelen haberlerin çevirisini yaparak 20 yaşında mesleğe adım atmışız.



Bir sabah, villadan bozma ofisin, bizim çalıştığımız teras katına, yeni atanmış Dış Haberler Koordinatörü sıfatıyla bir adam çıktı geldi.



Ben Akif Emre dedi, tanıştık.



Birkaç hafta içinde, tanıştığımız adamın, çok gezmiş, çok okumuş, çok tefekkür etmiş, fikri kariyerini ise ağırlıklı olarak İslam coğrafyası üzerine yapmış biri olduğunu fark ettik.



Dış haberler servisinde çalışan 'fikri etkiye açık' gençler olarak ilgimizi çekecek nitelikleri vardı.



Arada yarım saatliğine, 40 dakikalığına bir odaya çekilip Yeni Şafak'taki köşesini yazıyordu.



O, derinlikli, bilgi, izlenim, fikir yüklü yazıların ne kadar sürede hazırlandığını da öğrenmiş oldunuz işte.



20 sene öncesinden bir de şunu hatırlıyorum.



Akif abi, yazı gazetede çıktığı her gün, “Ayşe hanım” diye hitap ettiği birisi ile kendi köşe yazısı üzerine uzun konuşmalar yapıyordu.



Ebeveynlerin kendi aralarında yaptığı konuşmaları, önündeki bilgisayar oyunundan gözünü kaldırmadan dinlemeyi becerebilen çocuklar gibi, bu günlük konuşmalarda nelerin mevzu edildiğini merak eder, çaktırmadan dinlerdik biz de.



Ayşe hanım, Ayşe Şasa idi.



Yeşilçam'dan Akif abinin, bizim bulunduğumuz mahalleye göçünü taşımış, birkaç yıl önce vefat edene kadar gözlerini kaldırıp da eski mahallenin ışıklarına bakmaya hiç tenezzül etmemişti.



MERİDYEN DİYE BİR PROGRAMIMIZ VARDI

Akif Emre'nin meslek hayatımda önümün açılmasına da önemli bir katkısı oldu.



1997 sonbaharında Kanal 7'de 'Meridyen' isimli bir program yapmaya başladık.



O, metinleri yazıyor, ben montajlayıp yayına hazırlıyordum.



Sonra ufak ufak ben de dosya haberler yapmaya başladım.



Birkaç ay sonra, Yeni Şafak'a Genel Yayın Yönetmeni olarak gidince, Zekeriya Karaman bey, programı benim sürdürmemi istedi.



Birlikte başladığımız o program sayesinde yurt dışına çıkmaya başladım.



Kazakistan, Kırgızistan yurtdışındaki ilk göz ağrılarım oldu.



1998'de Arnavutluk iç savaşında orada bulunan bütün gazetecileri atlatarak muhaliflerin lideri Sali Berişa ile yaptığım röportajı Ahmet Hakan Haber Saati'nde öyle bir anonsladı ki, kendimi bir dünya starı zannettim.



Sonra yine o program sayesinde Kosova'da savaş muhabirliği yaptım.



Bütün bunlar, Akif Emre ile Meridyen programını yapmaya başlamamız, o gittikten sonra da, Kanal 7 yöneticilerinin programa devam etmem yönünde teşvik etmesiyle mümkün olmuştu.



Sonra Akif abiyle uzun süre görüşemedik.



Ama Bosna ile ilgili, Aliya ile ilgili, Endülüs'le ilgili, Kudüs/Filistin ile ilgili nefis yazılarını hep takip ettim.



BİR KURBAN BAYRAMI…



Geçen kurban bayramında, telefon rehberini açtım.



Hala kullanıp kullanmadığından emin olmadan Akif Emre adına kayıtlı telefonu aradım.



Numarası değişmemişti.



Bayramını tebrik ettim.



Heyecan ve mutluluk duyduğunu belli edecek şekilde “sürpriz oldu valla” dedi.



O şaşırdı, ben mahcup oldum.



Dün öğleye doğru Yeni Şafak'taki son yazısını okudum.



Aradan yarım saat geçti, Tv Net'ten Erkan aradı, “Üzücü bir haberimiz var” dedi.



Nefesimi tuttum, “Akif Emre'yi kaybettik” dedi.



Hüzünlendim, gözlerim doldu.



21 yıl önceki günler, film şeridi oldu, gözümün önünden geçti.



Pişmanlıklarımı hatırladım.



BİR BARDAK ÇAY BİR ADET POĞAÇ
A…



Sonra, sosyal medyada, Akif abinin son nefesini verdiği masanın bir fotoğrafını gördüm.



Birkaç yudum eksiğiyle bir bardak çay, birkaç lokma eksiğiyle bir poğaça.



Reşitpaşa'da iken de sık sık çay/poğoça birlikte kahvaltı yapardık.



Yine aynı 21 yıl önceki günler ışın hızıyla zihnime üşüştü.



Arkasından bağışlanmak üzere oluşturduğum bir Fatiha listem var.



Öbür tarafa göç eden sevdiklerimi, yakınlarımı isim isim zikredip fatiha bağışladığım.



Liste son birkaç yılda uzadı.



Şimdi oraya Akif abiyi de ekliyorum.



Kendisini gösterişsiz hayat biçimi, popülist olma kaygısı taşımayan yazarlığı, rüzgara göre yön değiştirmeyen ilkeli tutumu, Müslümanlığındaki ihlası, yaygaraya pirim vermeyen tavizsizliği ile tanıdım.



Ümit ederim, gittiği yerde de bu özellikleriyle karşılanmıştır.



Mekanı cennet olsun, nur içinde yatsın.



Acılı eşine, çocuklarına sabır ve metanet diliyorum.

KEMAL ÖZTÜRK / YENİ ŞAFAK
ESKİ GÜZEL GÜNLERİN ÖLÜMÜ GİBİ: AKİF AĞABEYİM

O günler…



Yani, ideallerimizin peşinden deli gibi koştuğumuz, karnımızın aç, üstümüzün hırpani, rutubetli öğrenci evlerinde büyük hayaller kurduğumuz o günler…



O günler…



Yani, bir davanın yanıp tutuşan gençleri, dünyayı değiştirecek, zalime pençeyi vuracak, mazlumu koruyacak aslan kesildiğimiz o günler…



O günler…



Yani, dünyaya ait her şeyi elimizin tersiyle ittiğimiz, doğruluk ve dürüstlüğün baş köşemizde asılı olduğu, hakikati haykırdığımız o günler…



O günler…



Yani, aşkı bilmediğimiz, derdi sevdiğimiz, zenginliği bilmediğimiz garibana tutulduğumuz, yalanı bilmediğimiz, doğruluk için ölmeye hazır olduğumuz o günler…



O günler…



Yani, ülke, millet, ümmet, İslam diye yanıp tutuştuğumuz, kavgaların en kor haline daldığımız, dayak yediğimiz ama mutlu olduğumuz o günler…



O günler,



Yani, güzel günler, yani o özlediğimiz günlerin güzel adamıydı Akif Emre…



Tam o günlerde tanıdım Akif Ağabeyimi…



Yeni Şafak Gazetesi'nde işe başladığım ilk günlerimde, ilk gördüğüm anda sevdim onu. Derin, sessiz, bilgiyle dopdolu, dertli…



Huysuz derlerdi ona. Doğru, içinde sancıları vardı çünkü. Daha iyi bir ülke, daha iyi bir ümmet, daha iyi bir gazete, daha iyi bir Müslümanlık, daha iyi bir insanlık gibi az görülen dertlere tutulmuştu.



Ben genç, ele avuca sığmaz bir gazeteci adayı, o ise sükutun, sakinliğin, derinliğin, aklın timsali yazı işleri müdürüydü.



Röportajlar yapardım. Hınzır sorularla adamları sıkıştırır, zaferler peşinde koşardım. O ise, ayaklarımı yere bastırır, bilginin ve doğrunun peşine yönlendirirdi beni.



Benim gönlümün yayın yönetmeniydi. Onu gazetenin başına geçirmek için uğraşır, kulis yapar, sonunda kafamı duvarlara toslardım. O ise talepkâr olmaz, istemez, sessizce işini yapardı.



Kuytuda kalmış bilgeydi.



Gölgede bırakılmış bir aydındı.



Önü kesilmiş, kenarda tutulmuş bir dava adamıydı.



Öyle de öldü.



Eski güzel günlerin ölümü gibi, sarstı beni.



Onu, içindeki dert öldürdü.



O derdi şöyle tarif etti geçen haftaki yazısında:



“Elimizi uzattığımız her şey çürüyor. Belki de dokunduğumuz için biz çürütmekteyiz. Gördüklerimiz kirleniyor. Baktıklarımız bizi kirletiyor, içimizi…



İşittiklerimizden dolayı, bildiklerimizden dolayı acı çekmeye başlıyoruz. Birebir şahit olamasak bile... Acı çekmeye icbar ediliyoruz sanki ya anlatılanlar gerçek olduğu için yahut gerçek yerine sahte gerçekler ikame edildiği için. Bu denli yozlaşma, çürümeye mahkûm olmak duygusu bizatihi insanın içini kemiren bir şey. Sadece insan teki olarak her birimiz değil toplum da içten içe çürüyor.” (18 Mayıs 2017)



Derdi içini kemirdi…



Uğradığı haksızlıklar, adaletsizlikler ve gördüğü çürüme, yozlaşma sonunda onu alıp götürdü aramızdan.



O güzel günlerin, elimizde, avucumuzda kalan son güzel adamlarından birini daha aldı götürdü kader.



Bize de, bu kirli dünyada onun için ağlamak, hayıflanmak, pişmanlıklar duymak, dertlenmek ve o güzel günleri özlemek kaldı geride.



İçimde kopup giden, her şeyi anlamsızlaştıran ve isyana sürükleyen fırtınalar kopardı Akif Ağabeyimin ölümü.



Ne uğruna, ne için tüm bu yaşadıklarımız? Bu yozlaşma, bu pespayelik, bu dibe vurmuşluk… Akif Emre'nin isyan ettiği tüm bu çürümüşlüğü neden yaşıyoruz hepimiz?



O günlerin özlemini çeken herkes ağladı dün.



O güzel günlerin kıymetini bilen herkesin yüreği yandı.



Son güzel adamlardan birinin, son dik duran adamlardan, son kalender adamlardan, son nezaket sahibi, sözünü esirgemeyen adamlardan birinin gidişine yandık, kavrulduk hepimiz.



Yine de umut tohumu ekerek gitti Akif Ağabeyim.



“Ne ki sahte hakikatlerin kararttığı çevremizde, dört bir yanımızı kuşatan yalancı mutlulukların perdeleyemediği, hayata anlam katan, kendi özümüzü hatırlatan bir ses, bir tebessüm, dokunduğu yerde bereketi yeşerten bir el mutlaka olacaktır.”



Öldüğünde masasında son yemeği bir bardak çay, bir bardak su, yarım kalmış poğaçaydı.



Bu davanın gerçek sahipleri, gariplerdir.

İBRAHİM TENEKECİ/ YENİŞAFAK
ÜZGÜNÜZ

Yeni yazımı bitirmiştim ki kıymetli büyüğümüz Akif Emre'nin vefat haberi geldi. Sessizlik ve mukadderat.



Kendisiyle yirmi yıl evvel tanışmıştım. İlk kez geçtiğim bir yol gibiydi. Son temasımız on gün önce oldu. 'Daha sık görüşelim' temennisiyle ayrıldık.



Akif ağabeyle herhangi bir mesaimiz yahut yolculuğumuz olmadı. O yazıyordu, biz okuyorduk. Geziyordu, takip ediyorduk.



Pazartesiyi salıya bağlayan gece, Mevâkıf'ı okuyup bitirmiştim. Abdülcebbâr an-Nifferî'nin sonsuz eseri. Arapça'dan tercüme eden Nurullah Koltaş. (Büyüyen Ay Yayınları.)



Kitabın ilk sayfasından: “Az sayıda kişi, asıl vatanımızdan hayli uzaktaki bu gurbet hayatını anlamlı kılmaya yönelik birtakım arayışlar içine girmiştir ve hâlihazırda girmektedir.”



Bu insanlardan biri de Akif Emre miydi? Kudüs'ten Üsküp'e kadar birçok İslâm beldesine yolculuk etmesi, bu arayışın durakları mıydı? İnsan bazen kendisini görmeye gider. Böyle bir şey miydi? Evet, hepsi.



Daima dünyanın uzağında durdu. İmkânların ve fırsatların dışında yaşadı. “Kanaat, izzetin cevheridir.”



Tanışalı yirmi yıl olmuş. Dönüp bakıyorum: Yirmi yıl boyunca bizi üzmeyen, öldürmeyen kaldı mı? Akif ağabeyin derin ve engin yüreği belli ki daha fazla dayanamamış. Son fotoğraflarından biri masamın üstünde. Derdi ve davası olan bir insanın siması. Cihan Aktaş'ın kitabının ismiyle söyleyelim: Acı Çekmiş Yüzünde.



Hep alan, hiç vermeyen insanların arasında yaşıyoruz. Onların çağındayız. Akif Emre, evvela güven veriyordu.



Vefatıyla birlikte bir kez daha anladık. Makul olursan, makbul olursun.



Tekrar Mevâkıf'a dönmek isterim. Kitap yetmiş yedi duraktan oluşuyor, yolculuk bu şekilde ilerliyor. Edeb, teselli, basiret, nûr, sekîne, âriflerin kalbi durağı gibi.



Beşinci durak: Benim Vaktim Geldi Durağı. Dördüncü cümle: “Sende imha edilemeyen bir şey vardır.”



Mütercim, Mevâkıf için şöyle diyor: “Yalın olmakla birlikte ancak Tilimsânî gibi şarihlerin açıklamalarıyla anlaşılabilir hikmetler ihtiva etmektedir.” (Sayfa 10.)



Tilimsânî, kulda imha edilmeyen şeyi, Hakk'ın kuldaki payı olarak açıklıyor. (Sayfa 40.)



Yirmi yıldır tanıdığımı düşündüğüm bir insana işte buradan bakıyorum. Bu payın yüksek olduğunu düşünüyorum.



Mekânı cennet, makamı âli olsun.

AHMET KEKEÇ/STAR
AKİF EMRE...

Hakkında olumsuz konuşan biri çıkar mı? Hiç sanmıyorum. Mustafa Çelik’in bulunduğu bir ortamda tanışmıştık. Belki de Cevat Özkaya... Hafızamı yokluyorum ama netleştiremiyorum. İkisinin de bulunduğu bir ortam belki de...

Bunun ne önemi var?

Küçücük obamızda kaç kişiydik ki?

Dergi büroları, yayınevleri, Beyaz Saray, Küllük’ten arta kalan salaş kıraathane, Çınaraltı, Koska, öğrenci evleri...

İlla ki öğrenci evleri...

İstanbul’a geldiğim yıllarda, 80’li yılların başı, ilk temas ettiğim insanlardan biriydi. Anadolu’dan tedrisata gelmiş birçok arkadaşımızın ilk temas ettiği kişi oldu Akif Emre. Elbette benim için de öyle... Ardından rahmetli Hamit Can ve Nusret Özcan gelir.

Hamit uzun dönem askerliğini yapıyordu, izin günleri düşüyordu devam ettiğimiz Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ne. Bazen de Sezai ağabeyin “eğleştiği” mekânda karşılaşıyorduk.

Nusret Özcan müdavimdi. Ağzında sigarası, koltuğunun altında çantası, uzun sarı yeleli saçlarıyla rüzgâr gibi girerdi kapıdan.

Her zamanki köşesine serilir, öfke nöbetleri ve ihtilaçla anlatırdı.

Saatlerce anlatırdı.

Saatlerce dinlerdik.

İşte tam da bu görüntülerin üzerine düşerdi o ince merak, o zarif tebessüm...

Müdavimi olduğumuz mekânlarda değil, daha çok yayınevi ve dergi bürolarında karşılaşırdık. Her zaman zarifti, her zaman hassastı, her zaman ilgiliydi, her zaman entelektüeldi. Ve her zaman vicdanlı...

Bir insan hakkındaki bütün “olumlu nitelemeleri” toplayın, karşısına onun ismini yazın.Akif Emre buydu.

Uzunca bir süre aynı gazetede çalıştık. Yeni Şafak gazetesinin kurucuları arasındaydı. Bir dönem gazetenin yayın yönetmenliği yaptı, iş başa düştüğü için bu göreve katlanmak zorunda kaldı ama herkes, hepimiz biliyorduk ki, bir “gazeteci”den daha fazlasıydı.

Kitaplarını, gazete yazılarını, hazırladığı belgeselleri, yayınladığı kitapları izleyenler bunu yakından bilecektir.

İyi yazar, iyi insan ve “mütefekkir” Akif Emre, çok iyi ve kılı kırk yaran bir yayıncıydı aynı zamanda.

Sabah gazeteye gelince aldım vefat haberini: “Ani bir kalp krizi...”

Kalbiyle ilgili bir sıkıntısı olduğunu duymuştum.

Kimin yoktu ki kalbiyle ilgili sıkıntısı?

Kontrollü bir insan olarak tanıdığım Akif Emre’nin, fazla koşturmadan (koşturmamak kabil miydi), fazla yorulmadan bu sıkıntıyı aşacağını düşünüyordum ama “ani...” sözcüğüyle başlayan o durumla bu kadar erkenden karşılaşacağını, doğrusu, tahmin edemiyordum. Konduramıyordum.

Hissiyatımı söyleyeyim, dolaysız ve yalın...

Çok üzüldüm... “Üzüldüm” sözcüğünün ifade sınırlarını aşan bir duygudan söz ediyorum...

İyi biliyorum ki, bu çevreden ve farklı çevrelerden birçok insanın samimi hissiyatı budur.

Hepimiz çok üzüldük.

Bizim için (bizim kuşak için), “dost” ve “arkadaş” olmanın ötesinde, taşıyıcı kimliği olan ve “öğreten”, rikkatli olmaya zorlayan bir insandı, bir ağabeydi...

Rabbim rahmetini esirgemesin.

Mekânı cennet olsun.

FADİME ÖZKAN/ STAR
Akif Emre’ye rahmetle…

Yollarımız 90’ların ortasında, Kanal 7’nin kuruluş yıllarında kesişmişti. Bir avuç genç ve idealist insan, gece gündüz demeden, babamızın işi olsa sahiplenmeyeceğimiz bir sahiplenişle, gece gündüz çalışıyorduk.

Heyecanlıydık, inançlıydık, dünyayı kesin değiştirecektik. 

Akif Emre’yi hepimizin aynı heyecanla heyecanlandığı o günlerde tanıdım. Hep saygı duydum. İlkeli, ahlaklı, dertli biriydi. İyi bir Müslüman, iyi bir entelektüeldi.

Vefatını büyük bir teessürle öğrendim ve elim başka bir şey yazmaya gitmedi. İstedim kiAkif Emre’nin artık sustuğu bu yerde, onun sözünü çoğaltayım…

Çürüme de umut da hep olacak” başlıklı yazısı tazecik. 18 Mayıs tarihli. Yazıyı “yazının da bir kaderi var” dediği yerden –ürpertiyle- kopartarak alıntılıyorum buraya.

Mekanı cennet olsun. “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun”.

***

“Elimizi uzattığımız her şey çürüyor. Belki de dokunduğumuz için biz çürütmekteyiz. Gördüklerimiz kirleniyor. Baktıklarımız bizi kirletiyor, içimizi…
İşittiklerimizden dolayı, bildiklerimizden dolayı acı çekmeye başlıyoruz. Birebir şahit olamasak bile... Acı çekmeye icbar ediliyoruz sanki ya anlatılanlar gerçek olduğu için yahut gerçek yerine sahte gerçekler ikame edildiği için.
Bu denli yozlaşma, çürümeye mahkûm olmak duygusu bizatihi insanın içini kemiren bir şey. Sadece insan teki olarak her birimiz değil toplum da içten içe çürüyor. Korozyona uğrayan metal aksam gibi temas ettiğimiz hava çürütüyor. Soluklanırken damarlarımızdaki akışın pelteleştiğini hisseder gibiyiz..
Bunca karamsarlık kuşatmasına maruz kalmamızın asıl nedeni de birilerinin bunları hiç düşünmüyor olması, tam anlamıyla şenlikli bir zafer havasını yaşıyor olmaları. Çürürken bile zafer takı kurduğunu düşündüren bir muhayyile hakim.
Her şeyin bir kuşku sebebi olduğu ortamda sağlıklı düşünmek, davranmak mümkün mü? Ya da her şeyin olağanlaştığı, her tür çürümenin normal karşılandığı bir ortamda normal davranmak ne kadar normal bir şeydir?
Oysa hayat bulmak, yaşanmaya değer hayatı sunmak iddiasındaydık gençliğimizin o delişmen günlerinde. Bedenimiz fiziğimiz yaşlansa da içimizdeki o delişmen halimizle diri kalmayı başarmıştık.
'Seni öldürmeye gelen sende dirilsin diyen bir özgüvenin diriltici soluğuyla birbirimizin gönüllerini ferahlatıyor, yeşertiyorduk oysa. Ciğerlerimize çektiğimiz hava içten çökertiyor, dışarıya üflediğimiz soluk öldürücü bir zehir gibi solduruyor.
Hayatın, benliğin, varoluş idrakinin bu denli pörsümeye yüz tuttuğu, değerlerin tersine çevrildiği bu hal sadece dışımızda bize dayatılanlardan mı kaynaklanıyor? Yoksa bizatihi kendi özümüzle, onun beslediği çevreyle, siyasayla, toplumla kurduğumuz ilişkilerin sonucu muydu? Böyle bir hal üzere olmanın kaçınılmaz oluşu diye bir açıklama tarzı mümkün müydü? Yoksa içinde bulunduğumuz haleti ruhiye bize böyle bir dünya mı takdim ediyordu? Yoksa her şey bir yanılsamadan mı ibaretti?
Her iki durumda da insanın hakikat algısı, hakikate olan inancı elinden gitmeye mahkûm. Ortada ciddi bir anlam kayması daha doğrusu her şeyi anlamsızlaştıran bir absürtlük yaşanıyor demektir.
Bir çıkış olmalı, yoksa bir sanrı uğruna ruhları bir sam yeli kasıp kavuracak. Polyanna mutluluğu oynamak ne kadar aptalca geliyorsa nihilist bir içe çöküşün karanlık sularında boğulmaya kendimizi, toplumu mahkûm etmek de o derece anlamsız, hatta saçma olacaktı..
Dokunduklarımızı çürüten, işittiklerimizden gördüklerimizden dolayı içimizi, dışımızı karartan her ne varsa ya da neyin var olduğunu düşünüyorsak, bize öyle gelen her ne varsa her şeyi tepetaklak edecek bir silkinişle ölü toprağını üstümüzden atmakla işe başlamalı mesela. Sahte bir hakikat sunan kurguyu sorgulamakla işe başlayabiliriz mesela. Her şeyi yeniden konuşma cesaretini takınarak.
“Ne ki sahte hakikatlerin kararttığı çevremizde, dört bir yanımızı kuşatan yalancı mutlulukların perdeleyemediği, hayata anlam katan, kendi özümüzü hatırlatan bir ses, bir tebessüm, dokunduğu yerde bereketi yeşerten bir el mutlaka olacaktır.”

AHMET TAŞGETİREN/ STAR
AH AKİF EMRE...

Ah Akif Emre: Odanızda çalışıyorsunuz ve bir haber bomba gibi düşüyor gündeminize.“Akif Emre vefat etmiş duydunuz mu?” Yoo, duymamıştık, işte duyduk.“Kim bilir nerde nasıl kaç yaşında...” diyor yaCahit Sıtkı. Herkesin bir “Nebe-i azimi – Büyük haberi” var. Bilinmez vakitte kapıyı çalacak. Akif'in haberi herkesin yüreğine kor gibi düşmüştür eminim. Allah rahmet eylesin. İnnâ lillahi ve innâ ileyhi raciûn. Biz muhakkak ki O'na aitiz ve yine muhakkak ki O'na döneceğiz. Amennâ ve saddaknâ. Aileye, dostlara taziyelerimi sunuyorum. Allah sabr-ı cemil versin. Cennette cem olalım inşaallah.

ÇOK OKUNANLAR
Yorumlar